Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filmi Tereddüt, daha ilk karede içimizdeki karanlığın sesini yansıtan bir yolculuğa çıkıyoruz izlenimini vermişti bana.
Onun sinemasına uzak-yakın bakışla gelip oturmuştum Atlas Sineması’ndaki seyirci koltuğuma. Salonun hıncahınç doluluğu, o ilk ânda yaşanan uğultu ışıklar sönünce derin bir sessizliğe bürünürken; içimden, ‘hazır olun, acaba şimdi hangi karanlık yanlarımıza ışık tutacak bu insana bakan göz,’ diye fısıldamıştım.
Ustaoğlu, yalnızca bakan değil, gören gözdür aslında sinemada.
Sanırım o, bu filmiyle, bunu daha iyi pekiştirdi. Yalnızca deneyim kazanmak için gerekli değildir biriktirmek; ustalaşmak için birkaç adımın atılması gereklidir. Hele hele sinema gibi zorlu/zorunlu bir uğraşta bunu başarmak güçtür.
İz (1994), Güneşe Yolculuk (1998), Bulutları Beklerken (2003), Pandora’nın Kutusu (2008), Araf (2011) filmlerinin ardından (Üstelik kısa filmlerini de ayrıca bu deneyimin ön adımı olarak saymak gerekir.), Tereddüt’le karşımıza çıkan Ustaoğlu’nun ustalaştığını söylersem abartı sayılmamalı.
Bunun göstergeleri filmin baştan sona akışında saklıdır.
Bir kere yönetmenin, sinemanın görselliğini hep ön planda tutan bir bakışla yola çıkması; dışavurum aracı olarak sözü değil görüntüyü önemsemesi onu iyi sinemacı yapan bir yan. Kalemin (yani öykünün) ve diğer öğelerin gücünün görüntünün önüne geçmesini istemeyen bir bakışla filmini kurması bile bir ustalık örneği.
Bir ânda kendimi, yerli, ama bir o kadar da evrensel bir bakışla yüklü yönetmenle yola çıkmış gibi hissettim. Bu duygularımla filmin akışını yakalarken ki düşüncelerim buluşunca; bir Antonioni kadar önemseyebileceğimiz yönetmene sahip olmamız beni duygulandırdı doğrusu.
Filmin jenerik bilgilerini baştan sona okuyunca da bunun hiç de rastlantısal bir şey olmadığını daha iyi anlıyordunuz.
Filme gelecek olursam; bir roman kadar filmin de özetlenemeyeceğini düşünürüm. Çünkü her yapıt okuru/izleyicisiyle yeniden yazılır/görüntülenir adeta. Sizin bakışınızla yazarın/yönetmenin bakışı ille de örtüşmeli diye bir şey yoktur. Üstelik, benim gözümde, iyi bir yapıt çoğul okumalara her daim açık olandır. Yani siz orada görülmeyenleri gören, verilmeyenleri hisseden bir bakışa sahipsinizdir artık, izlenen/okunan yapıtla yüz yüze kaldığınızda.
Yeşim Ustaoğlu, filmini, baştan sona birkaç konuya/izleğe odaklayarak insanı ve düzeni/toplumu anlatıyor. Ama her şeyiyle… Sınıfsal yapısı, eğitimi, ahlakı, sosyal dokusu, mekânı, yaşama kültürü, aile yapısı, ruhsal durumu, iletişim (sizlik) biçimi, vb…
İyi bir sanatçının tek bir örnekten yola çıkarak insanı/toplumu anlatması dikkate değer bir olgudur. Siz Tarkovski’nin Nostalji filmindeki öyküyü/izlekleri insan odaklı izlerken, koca bir dünyanın gerçeği gelir yerleşir bilincinize.
Ustaoğlu da tıpkı böylesi bir yönetmen. Derdi olan biri. Yani, ne adına, niçin/neden/nasıl konuştuğunu bilen biri üstelik. O bunu/bunları gerçekleştirirken de çıkış noktası sinemanın dili, görüntünün estetiğidir. İyi bir sinemacının tüm bunları bil(e)meden işe soyunması, “saray soytarılığı”na dönüşür ki, sinemamızda bunun örnekleri pek çoktur. Bunca kir pas içindeki bir dünyadan çıkıp gelen bu kadar aydınlık bir bakışın ürününü izlerken, adım adım bir toplumun/insanının nereye nasıl sürüklendiğini de derinden hissediyorsunuz.
Sinemanın dışavurumcu gücünü bu denli dengeli biçimde işlemesi; insanın ruhuna/içine dokunan iki farklı dünyada/kesimdeki insanın derdini/sıkıntısını dile getirmesi alkışlanacak düzeydedir.
Biz, filmde, ilkin Şehnaz’ı, ardından da Elmas’ı görürüz. Adım adım yaklaşırız o iki insanın dünyasına/gerçekliğine. Görüntüdür bizi içine alan. Anlamı anlatan, hayatın gerçekliklerinin nerelerde nasıl aktığını gösteren…
Başlayan ve süren bir öykünün izleyicisiyizdir her karede. Öyle ki; yönetmen sizi çok gözlü/genli bir kamera gibi filminin içine alır. Hissettirirken düşünmenizi, sorgulamanızı sağlar. Bilir ki, çok söze gerek yoktur sinemada. İnsanın acısını siz görüntünün gücüyle ortaya çıkarabilirsiniz. Öyle de yapıyor. Filmin kurgusunun akışı, geçişler, oyuncuların “sahici”lik içeren duruşları; hayatın bir yerlerde nasıl akıp durduğunu gösteren görüntünün dengesi, filmin konusu ve izleklerini karşınıza getirirken, size de, adeta anlamak/sorgulamak için neyi bekliyorsunuz dedirtir.
Öteden beri yinelediğim bu ülkenin en temel sorunu “aile”dir düşüncemi “örnek olay” diyebileceğimiz iki gerçeklikten yola çıkarak işleyen Ustaoğlu’nun, kuşkusuz salt bir “aile” filmi yapmak gibi bir derdi yok. İnsanın/düzenin karanlık yönlerine bakıyor. Giderek nasıl iletişimsizliğe doğru sürüklendiğimizi, “cehalet” dediğimizi şeyin hayatımızda ne tür açmazlar yarattığını; sevgisizliği ve şiddetin asıl kaynaklarının nerelerde yattığını bize göstermesi filmin adının da neden “tereddüt” olduğunu aslında açıklıyor.
Bu “çok şeyi” birkaç dokunuş ve dokunaklı anlatımla dile getirmesi Yeşim Ustaoğlu’nu gözümde apayrı yere taşıdı diyebilirim.
Her şeyden önce duygulandırdı. İnsanın sıkışıp kalmışlığına, çaresizliğine bakışı; yer yer Hasan Ali Toptaş’ın romanlarına döndürdü beni. Bu denli yerli, ama bir o kadar da evrensel bir dili yakalaması birçok sinemacıya örnek olmalı derim.
Onun içimizdeki “tereddüt”leri açığa çıkaran bakışının ne denli önemli olduğunu bir kez daha bu filminde izliyoruz.
Sanırım üzerinde daha çok durup, konuşacağız bu filmin ve Yeşim Ustaoğlu sinemasının.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (18 Nisan 2017)