Buraya nereden geldiğimi tam olarak bilmiyorum. Kendim mi geldim yoksa bir yırtıcı kuşun pençesinden kurtulup buraya mı düştüm emin değilim. Ya da annem beni burada doğurup gitmiş de olabilir. Ama takdir edersiniz ki ben ikinci hikâyeyi daha çok seviyorum. Kahraman bir yılan gibi yırtıcı kuşla savaşmış ve onun ölümcül kartal pençelerinden kurtularak havada uçup kendime bu apartman boşluğunu bulmuş olmalıyım. Hatta o yıl havada böyle garip bir nesnenin süzüldüğünü görüp ne olduğunu merak edenler peşime düşmüş, içlerinden bu uçan şeyin resmini çizenler bu yıla “uçan yılan yılı” adını bile koymuş olabilirler.
İşte ben o yılda doğdum “uçan yılan yılı”. Hikâyeme göre daha erken doğmuş olmalıyım ama biz yılanlar yer değiştirdiğimizde yeniden doğarız. Zaten daha öncesini de hatırlamadığım için yaşımı böyle hesaplamam çok da mantıksızca değil. Uçan yılan yılı, sıska kurbağa yılı, ateşli tütün yılı, pis bir yıl ve henüz adını bulamadığım bu yılla beraber 6 yaşındayım diyebiliriz.
Bu dört katlı apartmanın köşeli boşluğunda karanlık ve nemli bir ortamda yaşayıp gidiyorum. Yuvama en çok uğrayanlar ise kuşlar, böcekler ve insan sesleri. Bazen yolunu kaybedenlerden soframı süsleyen başka konuklarım da oluyor. Bir de insanların bu boşluğa açılan küçük pencerelerinden yuvama attıkları var. Onları sonra anlatırım, sanırım ateşli tütün yılı ile pis bir yılın yuvama atılanlarla ilgili olduğunu anlamışsınızdır.
Neyse, yuvama dönelim. Benim dinlendiğim ve kendimi güvende hissettiğim evimin zemini en karanlık yer. Tam olarak buraya boylu boyunca sığdığım söylenemez. Uyurken kıvrılıp yatmam, kuyruğumu toplamam ya da yuvarlamam gerekiyor. Kırmızı tuğlaların kâh delikleri kâh düz yanları uzanıyor tepeye kadar. Dört katlı uzun bir tünel gibi olan yuvamın çıkışı açık böylece gündüzü ve geceyi anlayabiliyorum. Asil güneş evimin yarısına bile erişemiyor ne yazık ki, sadece üçüncü katın penceresinin üstüne kadar ışıyor sonra dönüp yavaş yavaş ışıklarını alıp gidiyor. Geceye merhaba dediğimde ise küçük bir yıldız görüyorum asılı, bana başka daha büyük bir arkadaşını gösteriyor gibi duruyor hep. Bazen pencereden yansıyan ışıklar dans ediyor evimin akşama uzanan duvarlarında. Pencere dediysem öyle büyük, kocaman camlar hayal etmeyin, bunlar küçük ama pervazları geniş tuvalet pencereleri. Kimi kapalı kimi yarı açık. Evlerin içersine doğru açılıyorlar ama bir tanesi var ki o benim yuvama açılıyor. Tam açıldığında ise dört köşe tünelimin yarısından fazlasını kaplıyor. Çatıya çıkmak istediğimde bazen pullarım bu pencereye değip pırıltısını kaybedecek diye korkuyorum. Pencere de sahibi gibi ters yani. Sahibi kim mi? İkinci kattaki Solucan Ercan. Tsss.
Çok acıkmıyorum, yediğim bir şey beni uzun süre idare ediyor. Acıkınca dilimi şöyle ağzımdan çıkarıp sallıyorum ve bedenimi de iyice yere ya da gökyüzüne uzanan duvara yaslayıp yiyecek bir şeyin nerede olduğunu anlıyorum hemen. Öncelikle kokusu sonra da sesi ve titreşimi onu ele veriyor. Böyle çok böcek ve yolunu kaybetmiş fare ve kertenkele yakaladım. Yalnız bunları nasıl böyle tereddütsüz yakaladığımı ve yerlerini bu kesinlikte bulduğumu sonradan fark ettim.
Yine bir gün acıkıp dilimi sallamıştım ki dilim gözüme takıldı. Benim dilim biraz garipti. Kuşların dilini görmüştüm, farenin hatta bir hamamböceğinin bile dilini görmüştüm. Evet o dilini gördüğüm gerçekten bir hamamböceği idi emin olabilirsiniz! Hepsinin düz ve uca doğru incelen dilleri vardı. Ama benim! Aman Allahım benimkini biri kesmiş ortadan ikiye ayırmıştı. İki uçlu bir dilim vardı. Bunun sorumlusu o hain kartal olmalıydı. Kahraman bir yılan olarak onunla savaşırken acımasız kartalın sivri gagası benim dilimi bu hale getirmişti, bundan eminim.
Ömer Faruk Nan – edebiyathaber.net