Refik Erduran, gençlik anılarını anlattığı kitabına Gülerek ismini verir. Kitaba bu ismin verilmesinin sebebi, senaryolarda yer aldığı takdirde abartı olarak nitelendirilebilecek birtakım olayların Erduran’ın gerçekte başına gelmiş olmasıdır. Bu olayların en önemlisi ise, belki de kitabın yazılmasındaki tek sebep olan, Nazım Hikmet ile yazarın geçirdiği riskli bir maceradır.
1987 yılında Cem Yayınevi tarafından basılan kitap, öncesinde yazı dizisi olarak bir gazetede yayınlanır. O döneme kadar sadece birkaç kişinin bildiği veya sezdiği bir olay da bu vesileyle okuyucunun bilgisine sunulmuş olur.
“O öyküyü ilk öğrenen ya da sezen kişi Yaşar Kemal oldu. Ta 1960’lı yılların başlarında Paris’te Nazım Ağabey ile konuşurlarken o konu gündeme gelmiş. Yaşar Kemal ile görüşürken Hasan Pulur öğrenmiş ya da sezmiş gerçeği. Yalnız Abdi İpekçi’ye anlatmış.” (s.154)
O olay, 13 yıllık cezaevi yaşamının sonunda gerçekleştirdiği iki açlık grevinin ardından suçsuz olmasına rağmen ancak afla salınan Nazım Hikmet’in, cezaevinden çıktıktan sonra bir de askere alınmak istenmesi üzerine yurtdışına kaçışını, o dönem kız kardeşinin nişanlısı olan Refik Erduran ile birlikte gerçekleştirmesidir.
Kaçışın ana sebebi Nazım Hikmet’in kalp hastalığıdır. Doktorların tavsiyesi üzerine günde 12 saat sırtüstü yatarak dinlenmesi gereken birini askere almaya çalışmak bu bakımdan cinayetten farksızdır ve bu durum normal şartlar altında ülkeden ayrılmayı kesinlikle düşünmeyen Nazım Hikmet’in fikir değiştirmesine sebep olur.
“Af kapsamına alınıp tahliye edilmesi yanlış olmuştu. Türkiye’yi ve dünyayı zehirlemesinden çekiniliyor, bir an önce ölmesi isteniyordu. Amaç oydu zaten.” (s.61)
Kitapta yazılanlara göre, kaçış fikrini ortaya atan, bunu Nazım Hikmet’e söyleyen, uzun tartışmaların ardından varılan fikir birliği sonucunda edindiği motorla Nazım Hikmet ile birlikte Karadeniz’e açılan kişi Refik Erduran’dır. Amacı Nazım Hikmet’i birkaç saat içinde Bulgaristan’a götürüp hemen geri dönmek ve yaşamına hiçbir şey olmamış gibi devam etmektir.
Tam planladığı gibi olmasa da nihai amaca bir şekilde ulaşılır. Denizde karşılaşılan Plekhanov isimli bir Sovyet gemisi, uzun uğraşlar sonucunda Nazım Hikmet’i kabul eder ve Erduran görevini tamamlayarak geri döner. Ertesi günün haberlerinde ise Nazım Hikmet’in Bükreş’te olduğu açıklanır.
“İki yanağımdan öpüp döndü, iskeleye çıktı. Motora gaz verdim, gemidekileri selamladım, geniş bir kavis çizip güneye yöneldim. Hızla uzaklaşırken birkaç kez dönüp baktım, el salladım. Son gördüğümde Nazım Ağabey de şilebin kıçında, Plekhanov yazısının üstünde, el sallıyordu.” (s.82)
Sadece birkaç saat süren bu zorlu maceranın ardından Refik Erduran bir daha Nazım Hikmet ile karşılıklı görüşme fırsatı bulamaz. Tek iletişimleri birkaç yıl sonra gerçekleştirdikleri bir telefon konuşmasıyla olur. Görüşme Zekeriya Sertel aracılığıyla Erduran Paris’teyken sağlanır. Yazar, Nazım Hikmet’in Moskova’da yaşadığı eve şairin ölümünden ancak 23 yıl sonra 1986 yılında gitme şansını bulur ve orada son eşi Vera ile görüşür.
“Vera Hikmet sahanlıkta karşılıyor bizi. Umduğumdan da sıcak bir sevinçle boynuma sarılıyor. Türkiye ile ilgili her şeyin ve herkesin O’na büyük mutluluk verdiği besbelli.” (s.160)
Kitapta anlatılanlar, Erduran’ın 30 yaşına kadarki dönemini kapsar ve doğal olarak yukarıdaki olaydan ibaret değildir. Yahya Kemal’e dair olumsuz izlenimleri, Kore Savaşı’na gidişi, Ertem Eğilmez ile birlikte kurdukları Çağlayan Yayınevi’nde yaşadıkları kitapta yer verilen konulardan bazılarıdır. Ancak bu olayların tümü, Nazım Hikmet itirafının doğal olarak gölgesinde kalır ve kitabın en çok tartışılan bölümü bu olur.
edebiyathaber.net (4 Nisan 2024)