Öykü: Yine mi Gülten | Bünyamin Küçükçöğür

Ağustos 29, 2024

Öykü: Yine mi Gülten | Bünyamin Küçükçöğür

İşte, yine aynı noktadayım. Babil’in kafesinde, aynı yuvarlak meşe masanın üstündeyim ve düşünüyorum. İnsanın şu büyük yalnızlığını düşünüyorum. Yapan ve yıkan, kollayan ve terk eden, yutan ve kusan yalnızlık… Bu konuyu düşündüğüm için yalnız bir insan olduğumu zannetmeyin. Etrafımda yığınla insan var ve benim özlemini çektiğim bir şey aslında yalnızlık. Özel bir tiyatroda oyuncuyum. Ara sıra televizyon dizilerinde vasat roller oynadığım da oluyor. Yani demek istediğim; illaki bir ekibin, grubun içindeyim. Nefret ediyorum bundan ve boş olduğum günler biraz olsun soluklanmak için Babil’in kafesine geliyorum. Kahve ya da limonata içiyorum genelde burada. Önümdeki bardağın ne ara boşaldığını fark edemiyorum. Çünkü devamlı kafamın içindeyim. Kendime geldiğimde “Bir bardak daha, lütfen” diyorum Babil’e.

“Nasılsın abi?” diyor Babil. Parmakları alnında, Turist Ömer selamı veriyor. Sesi bir duvarın ardından gelir gibi, belli belirsiz kulağımda.

“Hı?” diye soruyorum. Parmak uçlarımla bıyıklarımdaki limonatayı temizliyorum.

“Yine o efsunlu iç dünyanın içindesin anlaşılan.” Gülümsüyor. Gülümsemesi ne hoş bu çocuğun… Anlıyorum dediğini bu sefer.

“Buraya ne zaman gelsem öyle be Babil.”

Keten pantolonunun cebinden sigara paketini çıkarıyor. Camel. Bana uzatıyor önce paketi. Elimle “istemez” işareti yapıyorum. Yine uzatıyor.

“Niye içmiyorsun? Başka zaman olsa alırdın abi. Ceza ödemezsin bak, vallahi.” Yine gülümsüyor.

“Bıraktım ben oğlum,” diyorum. “Her gün paket paket… Nereye kadar? Ciğer miğer kalmayacak bu gidişle bende.”

“Sağlam irade, hayret! Canın sıkkın görmüştüm oysaki seni.”

“Sıkkın biraz, evet. Ama yeni bir şey değil bu. Biliyorsun, benim canım her zaman sıkkın.”

“Bu sefer neyi taktın kafana. Yine mi Gülten?” Gülümsemiyor artık. Yüzü o eski, bildik ciddiliğine yeniden kavuşuyor.

“Evet,” diyorum.

Kasadaki eleman Babil’e sesleniyor. Babil yüzüme bile bakmadan koşa koşa “Geliyorum!” diyerek yanına gidiyor çalışanının. Geri dönmeyeceğini de adım gibi biliyorum. Bir şeylerle uğraşır taklidi yapacak. İnsanlar bu kadar umursuyor beni işte.

Gözlerimi kapatıp Gülten’i düşünüyorum.

Gülten’le bir nehir kıyısındayız. İsmi ne bilmiyorum nehrin. Çünkü söylediği sırada dinlemedim onu, dudaklarının yukarı aşağı kıpırdayışını seyrettim sadece. Galiba seviyorum onu. Galiba o da beni seviyor. Sevdiğinden karşılık bulabilmek… Bundan daha yüce mutluluk sayısı çok az. Reçelli sandviç yiyoruz birlikte. Ben hep gömleğime döküyorum ekmekten akan çilek reçelini. Dedeme benziyorum bu konuda. Annem de dedem gibi döke saça yediğimi söylerdi hep. Ben üstümü kirlettikçe Gülten gülüyor. Yavaş yememi tembihliyor. Dayanamadığımı, reçelin çok hoş olduğunu söylüyorum. Bilerek mayhoş çilekleri seçtiğinden bahsediyor. Bu sefer de onu dinlemeyip gözlerine bakıyorum. Gözlerimiz kavuşuyor. Bulutların arasından yeryüzüne inen bir ses bir soruyu getiriyor beraberinde: 

“Beni seviyor musun?”

“Evet” diyeceğim. “Evet!” diye haykıracağım. “Evet!” diye bağıracağım.

“Kalk abi, kalk! Kapatacağız.”

Başımı kaldırıyorum. Gözlerim yarı kapalı.

“Evet!”

 “Ne?”

 Babil yuvarlak meşe masanın karşısında oturmuş gülen gözlerle yüzüme bakıyor. Zoraki gülümsüyorum ben de ona.

 “Sen miydin?” diye soruyorum.

 “Yine mi Gülten’i gördün rüyanda?   Yıllar oldu, sen hâlâ unutamıyorsun. Ölenle ölünmez be abi.”

 “Haklısın” diyorum, haklı olmadığını bal gibi bilerek. Ölenle ölünür aslında. Ölenle ölünür.

 Cam limonata bardağını tezgâha koyuyorum. İçindeki kırmızı pipeti çöp tenekesine atıyorum.

 “Keşke kahve içseydim bu sefer” diyorum. “Neyse. Babil…”

Dükkânı kilitleyen Babil meraklı bir ifadeyle süzüyor beni.

“Buyur abi?”

“Bir sigara versene.”

edebiyathaber.net (29 Ağustos 2024)

Yorum yapın