Yitip giden bir kente ağıt | Anıl Can Uğuz

Nisan 6, 2020

Yitip giden bir kente ağıt | Anıl Can Uğuz

Doğunun ve Batı’nın başkenti İstanbulun ete kemiğe bürünüp karşımıza çıktığı Karakalem serisi, başkarakteri Yavuz gibi kara bir kitap. Ailesinin katilini arayan basit bir delikanlının İstanbulun muhafızına evrilmesi gibi, kitap da okudukça büyüyor, büyüdükçe derinleşiyor. Büyülü bir dille bezenen ve bu büyülü dilin yeni doğmuş bir kuzu gibi lekesiz bir halde sayfaların arasında yattığı bu heyecanlı öykü, okuyucuyu, İstanbulun dehlizlerinde sonsuz bir yolculuğa çıkarıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önce diziyi izleyip sonra kitabı okuyanlar bir miktar da olsa şaşıracaktır; zira dizi, kitabın yoğunluğundan ve derinliğinden az da olsa yoksun. Bunu olumsuz bir eleştiri olarak yazmadığımı da belirtmek isterim. Çünkü her disiplin kendi içinde değerlendirmelere tabi tutulmalı. Dizi, bir uyarlama değil; bir esinlenme sürecinin sonucundaki malzeme bana göre. Çünkü Karakalem, diziye tam olarak uyarlanamayacak kadar iyi bir roman.

Alfred Hitchcock’un da dediği gibi, ucuz romanlar film olmaya yatkındır. Olay örgüsü ve aksiyon bakımından görüntüye aktarılmaya daha müsait olan romanlardan değil Karakalem. Şaşırtıcı benzetmeler, incelikle işlenmiş bir dil, eski İstanbul, Doğu’nun masalsı atmosferi, Batı’nın tekinsiz eşyaları, kahkaha attıracak kadar komik karakter tepkileriyle, sinemanın çabuk ve hareketli dünyasına aykırı. Kısacası, tam anlamıyla bir roman. Yazar, kitabın sonunda her ne kadar okuduğunuz bu kitap edebi bir kaygı taşımıyor dese de, bunu Gökdel’in mütevazı karakterine bağlıyorum; zira ilk cümleden itibaren kendini ele veren edebi haz ve ustalıklı dil, kitap boyunca temposunu hiç düşürmüyor. Sadece, bazen diyalogların basitleştiğini hissediyorsunuz.

Tüm bunlara rağmen, bence kitabın esbab-ı mucizesi dilinde ve yazım tekniğinde değil; olay örgüsünde. Bir sonraki sayfayı hızla çevirten girift ve kaotik bir olay örgüsü var kitapta. Adı gibi: Tuhaf! Yani bu kitap asla bir süper kahraman öyküsü değil. Üzerinde oldukça yoğun çalışıldığı belli olan bu örgü, yine bolca araştırma sonucu elde edildiğinden emin olunan şehir ayrıntılarıyla zenginleştikçe zenginleşiyor.

Bir şehri karakter haline getirmek, yazar için hayli zordur. James Joyce bunu Dublin’e yapmıştır misal. Tolstoy Moskova’ya, Dostoyevski Petersburg’a. Gökdel de kitabın ana karakterini İstanbul olarak seçmiş. Bugünün ve geçmişin İstanbul’unu sokak sokak geziyorsunuz Yavuz ile birlikte. Tanpınar’ın “Bu esrarlı dehliz öyle teşekkül etmiştir ki, bir tarafında yaşanan şey, öbür tarafında bir hatıra gibi tadılır.” diyerek tasvir ettiği İstanbul, tam da bu şekilde çıkıyor karşımıza Karakalem’de. Yavuz, geçmişe gider, orası bir hatıradır; fakat geri döndüğünde asıl yaşanılanın orası olduğunu anlar. Çünkü geçmiş her daim daha sağlam temeller üzerine kuruludur. Yitip giden bir kent olarak karşımıza tüm heybetiyle dikilen İstanbul da biraz kırgın bize bu kitapta. Mirasını iyi kullanmadığımızı düşünüyor. Görkeminden ve ihtişamından bir şey kaybetmemiş olsa da, geçmişteki kadar büyülü bir âlem olamamaktan şikayetçi olduğunu anlıyorsunuz satır aralarında.

Ezcümle, en başta da dediğim gibi, kitabın bizi çıkardığı bu uzun ve meşakkatli yolculuğun sonundaki hazine bence kitabın ta kendisi! Motifler, nakışlar, masallar, kuyular, çöller ve hayatın gizemleriyle bezenmiş Karakalem, tılsımlı bir kitap!

Anıl Can Uğuzedebiyathaber.net (6 Nisan 2020)

Yorum yapın