Doksanlarda hepimizin efsanesiydi Schmeichel. Çocukların sokak aralarında, mahalle maçlarında adını haykırdıkları isimler çoğunlukla forvet mevkiinden gelirdi. Onların adları maç içinde daha çok duyulur ve daima popülerliklerini korurlardı. Sonra orta saha ve en nihayetinde defans oyuncuları gelirdi. Kalecilere sıra gelir miydi hatırlamıyorum ama o yıllarda Manchester United’ın kaleciliğini yapan Peter Schmeichel enflasyonu başlamıştı sokaklarda. -Schmeichel şöyle uçtu, Schmeichel böyle uçtu- nidaları yankılanırdı sokaklarda. Dünyanın en iyi kalecisiydi. Doksanlarda çocukluğunu mahalle maçlarında kaleci olarak geçirmiş her çocuk kalesine gelen topu kurtardıktan sonra maçı anlatan bir spiker gibi haykırmıştır -Scmeichel’dan inanılmaz bir kurtarış- diye. Ve her çocuk inanmış gerçeğin o sevimsiz netliği ile karşılaşmadan önce ileride iyi ve meşhur bir futbolcu olacağına. Çocukluğu yetişkinlikten ayıran en önemli unsur hayal kurabilme kabiliyeti olmalı.
“Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim; çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.” Bu sözler, Fransız yazar Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Albert Camus’a ait… Ne kadar açıklayıcı değil mi? Futbolun hayatla bir ilişkisi var. Yirmi iki kişinin bir top peşinde koşmasından ibaret olmadığını, yaşamdaki gibi oyunun kontrolü elinizdeyken şanssız bir gol yiyebileceğimizi, kötü bir zeminde muhteşem bir başarı yakılabileceğimizi bize öğütlediğini söyleyebiliriz. Evet “Hayat futbola fena halde benzer” (Dar Alanda Kısa Paslaşmalar) Futbol bir taktik ve mücadele oyunudur; sağlam bir teknik adam, sağlam kadro, sağlam oyun kurgusu, rakibini tanıma ve takım anlayışı ile başarıya ulaşan. Her zaman amatör ruh korunarak profesyonelce hareket edilmesi gereken bir oyundur. İşte tam da hayat gibi. Tam hayatta başarılı olmanın kriterleri gibi. Hep beklemediğimiz köşeden yediğimiz goller gibi.
Yazar Hüseyin Keleş “Hayalinin Peşinden En Fazla Ne Kadar Koşabilirsin?” i bize futbol üzerinden anlatıyor. Kahramanımız Tahsin Kerem, Peter Schmeichel hayranı, kaleci olma hayalleriyle gecesini gündüz eden bir çocuk. Samuel Beckett gibi; “Olsun. Bir daha dene, bir daha yenil, daha iyi yenil.” diyerek defalarca Schmechel’a mektup yazıyor. Belki bir gün sesini duyar da kendisine formasını yollar diye. Ve o sıralarda mahalle maçlarında, iki taş arasında kalecilik hayallerinin peşinde koşturuyor.
Koşturuyor ama orada da talihsizlikler peşini bırakmıyor. As kaleci olarak mahalle takımının kalesine geçmeyi beklerken bir anda kendini yedek kaleci olarak buluyor. Peki buna rağmen umutsuzluğa düşüyor mu; hayır. Hayallerini bırakıyor mu; hayır. Daha fazla çalışıyor, daha gayretle hedeflerinin peşinden gidiyor. Çocuk yaşta ama biliyor; “hedefi olmayan bir gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez.” O hedefine bağlı kalıp, rüzgârı arkasına alıp hayallerinin gerçekleşeceği güne doğru yürüyor. Alaya alınıyor, yılmıyor. Umutsuzluk serpenlere aldırmıyor. Aldırmıyor çünkü kendine inanıyor. Kendilik algısını başkalarının düşüncelerine göre şekillendirmiyor. (Çocuk olmakla yetişkin olmak arasındaki en bariz fark bu sanırım) Yazarımız bize Tahsin Kerem vasıtasıyla daima umudu diri tutmamızı öğütlüyor. Bu kitaptan sadece çocukların değil büyüklerin de öğrenecek çok şeyi var. Kulağımıza sürekli şunu fısıldıyor; “Unutma, başarı her zaman umduğun yerden gelmez.”
Bir Tahsin Kerem hikayesi…Hüseyin Keleş yazdı, Selin Öztürk çizdi. Bize de okumak ve çocuklarımıza okutmak kaldı. Hayata anlam katmak ve onu kıymetlendirmek kaldı.
edebiyathaber.net (14 Mart 2024)