Uygur Kıran’ın ilk romanı İntihar Tiyatrosu, Noktürn Yayınları’ndan çıktı.
İntihar Tiyatrosu, psikiyatrik ilaç bağımlısı olmak zorunda bırakılan bir gencin, Rüzgâr’ın hikâyesi. Sadece bir isme ve vücuda sahip olması dışında kendi önceliğiyle karar verebileceği bir hayata sahip olamayacağını keşfettiği an ilk ciddi çıkışını / başkaldırışını gerçekleştirir ve eğitim sisteminin dayattığı bütün kuralları hiçe sayarak lise eğitimini reddeder. Doktor babasının tıp fakültesinden arkadaşlarının derslerine girer kaçak olarak. Rüzgâr için asıl serüven bundan sonra başlar.
Bir psikiyatri kliniğinde aylarca süren tedavi ve terapilerden sonra kendini sokaklarda bulur Rüzgâr. İçindeki boşluk hissi giderek daha büyümüştür ve toplumsal ahlakın yasakladığı bütün davranışlardan haz almayı seçer. Bu onun için, bir nevi ailesinden, çevresinden ve sistemin şerrinden bir kaçış, belki de bir öç alma arayışıdır. Bu süreçte yalnız değildir aslında, suç ortağı ya da yoldaşı en yakın arkadaşı Nehar onunladır hep.
İntihar Tiyatrosu, sistemin bütün yapılarına bir karşı duruş romanı. Çünkü yozlaşma; salt insan ilişkilerinde değil, kentlerdeki yaşamdan doğanın katledilmesine kadar uzanan geniş bir alana yayılmış ve insanı esir etmiş durumdadır. Romanın arka planından son otuz yılın siyasi ve sosyolojik değişimlerin izlerini de sürüyor yazar. Göklere doğru yükselen binalarda insanların nasıl da yalnızlaştığının resmini çizerken, aslında mutlulukları paylaşmanın korkutucu bir hal aldığını hissettiriyor okuyucuya.
İntihar Tiyatrosu’nu okurken genel geçer bütün kuralları sorgulayan, onlara direnen bir gencin hayatla ölüm arasındaki savaşına tanık olacaksınız. Sürrealist bir anlatımın o şaşırtıcı sahnelerine girdiğinizde çıkış yolu arayacaksınız kendinize, ama artık çok geç… Çünkü siz de bu yeraltı tiyatrosunun bir oyuncususunuz artık.
Romandan bir bölüm:
‘Çatı katında robdöşambrlarını giymiş haldeydiler ve Rüzgâr Pembe Panter’in müziğini mırıldanıyordu. O sırada Nehar, Rüzgâr’ın daha önce ara sokakta bulduğu fahişeyi içeriye alıyordu. Yine makyajı, kilosu ve giydiği kötü kıyafetleriyle berbattı. Fahişe ikisini de gözleriyle tarttı.
“Grup olmayacak değil mi?”
“Hayır, biz sırayla çıkan solistleriz” dedi Nehar.
Rüzgâr açtığı şarabın ilk yudumuyla elindeki ilaçları içti ve şişeyi fahişeye uzattı.
“Bunları sonra düşünürüz. Biraz şarap al.”
Rüzgâr’la Nehar esrar çekip sohbet ederken fahişe de bir köşede sessizce oturup şarabını içiyordu. Rüzgâr eliyle kafasını işaret etti ve dili sürçerek:
“Neokorteks! Beynimizin dış tabakasını, yani en büyük bölümünü oluşturuyor. Diğer memeli hayvanların beyinlerinde de bu tabaka var ama memeli hayvanlar arasında en gelişmiş hali biz insanlarda bulunuyor. İşte hayvanlarla aramızdaki en büyük farkı da bu oluşturur, beynimizin gelişmişliği. Örneğin bir köpek iki yüz kelimeyi öğrenebiliyor ama onlarla bir cümle kuramıyor. Çünkü köpeğin beyin tabakası insanınki kadar gelişmiş değil. İnsan neokorteksi sözcükleri birleştirmeyi sağlar. Gelişmiş bilincimizin kaynağı olan lisanlar, beynimizin gelişmiş dış tabakasının bir ürünü… Şöyle bir şey de var: Bir Fransız’ı getirip yanıma koysanız onunla anlaşabilir miydim? Hayır, lisanları kullanarak olamazdı. Fakat bir Fransız köpeğiyle Türk köpeğini yan yana koyduğunuzda dünyanın neresinden gelirlerse gelsinler birbirlerini anlayacaklardır. Türkiye’den kalkan kuşlar uzun yol kat edip başka bir ülkenin kuşlarıyla yan yana geldiğinde anlaşmakta sorun yaşamayacaklar. Doğa bizi ayırmaz. Doğa insanları Rüzgâr, Nehar, Uygur diye ayırmaz. Doğduğumda alnımda, kalbimde ya da karaciğerimde Rüzgâr yazmıyordu… Birbirimize yabancı hale gelmeye başladık. Lisanlar insanların anlaşmasına engel oluyor. Aslında beynimizdeki gelişmişlik bize zarar veriyor.”
“Büyük binalar inşa ettik ama içlerindeki insanları çürüttük. Sanki hayatta anlamlı iki şey var: doğmak ve ölmek. Aradaki her şey anlamsız. Binalar, küllükler, Meissen porselenleri, projeksiyon cihazları ve tencereler olmasa da olurdu.”
“Yine de insanın bir havlusunun olması iyi” dedi fahişe, sarhoş sesiyle.
Ömer Turan – edebiyathaber.net (9 Haziran 2016)