Söyleşi: Mehmet Özçataloğlu
Türk Dünyası’na ait masalları araştıran, yazan, günümüze kavuşturan, yarına ulaştırmaya çalışan Masal Dede Yücel Feyzioğlu ile Doğu Batı Yayınları tarafından yayımlanan son kitapları çerçevesinde söyleştik.
Masallarınızda kullandığınız dili, Orhan Şaik Gökyay’ın “Dede Korkut Hikâyeleri”nde de gördüm. Buradan başlayarak ilerleyelim. Dil benzerliği için neler söylersiniz?
Bu dil benzerliği özellikle benim benzeşme çabamdan değil. Ama bunun çok doğal nedenleri var. Bu nedenlerin başında Dede Korkut Hikâyeleri’nin geçtiği coğrafyada serpilip büyümüş olmamdan geliyor. Kars, Erzurum, Bayburt, Gence, Berde yörelerinde geçer hikâyeler. Bu hikâyelerde geçen Sürmeli düzünü, Akça Kaleyi, Şüregeli, Salahana Kayalarını bilirim ben. Karadağ adındaki dağ hem Türkistan’da hem de Kars’tadır. Aynen Oğuz beyleri gibi biz de Aygır Gözler Suyu (gölü) yanında yaylaya çıkardık. Oğuz Beylerinin at sürdüğü dağlarda at sürer, onların sürülerini yaydığı otlaklarda kuzularımızı güder, günlerce âşık meclislerinde benzer hikâyeleri dinlerdik. Bu yörenin âşıkları anlata anlata “Dede Korkut Hikâyeleri”ni sarraf gibi işlemişler. Paha biçilmez bir cevher çıkmış. Yine onların içinden çok yetenekli bir âşık (ne yazık ki adını bilmiyoruz) bu hikâyeleri yazıya geçirmiş. Dil olarak Türk edebiyatında bir başyapıttır Dede Korkut. İçeriğindeki üretim yapmadan devamlı baskın yaparak ganimet elde etmek ve kıyasıya savaş yapmak gibi konulara katılmamakla birlikte çocukluğumdan itibaren bu kültür ortamında büyümüş olmak benim için büyük bir şans olmuştur. Hâlâ ilk fırsatta o âşıklarla buluşuyorum. Bakın Âşık Ayhan Şimşekoğlu tam sizin sorunun cevabını dört satırla nasıl vermiş:
Buldun bu kültürde tadın
Budur gönüllere vaadin
Ayhan Şimşekoğlu adım
Yücel ustama merhaba
Yine âşık arkadaşlarımdan Seyyatî (İsrafil Uzunkaya) bakın bana nasıl çağrı yapmış:
Bir masal yaz ki dede
Korkudan savaştan uzak
Bir masal yaz ki dede
Olmasın aç kalmak
Bir masal yaz ki dede
Çalmasınlar hayallerimi
Bir masal yaz ki dede
Soldurmasınlar güllerimi
Yani yetiştiğim çevre ve kültür ortamım Dede Korkut Hikâyeleri’nin geçtiği çok değerli bir ortamdır. Benzer dili kullanmam için özel bir çaba vermem gerekmiyor.
Geçmişin masal kahramanları, bugünün çizgi film karakterleri olarak çıkıyor karşımıza. Sibirya Masalları’nı derlediğiniz “Öksüzoğul” adlı kitapta yer alan “Kellegöz”ü buna örnek gösterebilirim. Katılır mısınız bana? Masallar bugünümüzü de şekillendirip ışık tutuyor mu?
Bu verdiğiniz somut örnekle masalın simgesel özelliğini biraz açarsak bugünü şekillendirmesi, hatta geleceğe ışık tutması daha da aydınlanmış olur. Aslında “Kellegöz” Dede Korkut’taki “Tepegöz”dür. Azerbaycan’ın bazı bölgelerinde ve benim büyüdüğüm bazı yörelerde “Kellegöz” olarak anlatılıyor. “Tepegöz”ün korkunçluğunu “Kellegöz” daha iyi ifade ediyor. Yüzyıllar içinde bütün Türk boylarına yayılmış, başka halklara geçmiş, başka isimler almış. Yunan efsanelerinde de Zyklopen’dir. Belki de biz onlardan almışız. Ya da birbirinden bağımsız olarak yaratılmış. “Aklın yolu birdir” diye atasözümüz var ya. Simgesel olarak “Kellegöz” âşıkların olağanüstü güzel bir buluşudur. Hikâye şöyledir: ‘Oğuz beylerinden Aruz’un bir çobanı vardı. Adına Konur Koca Sarı Çoban derlerdi. Koyunları yaylaya sürerken bir pınara geldi. Koyunlar birden ürktü. Çoban gördü ki peri kızları kanat kanada verip uçarlar. Kepeneğini atıp peri kızının birini tuttu. Tamah edip onunla çiftleşti. Bir yıl sonra yine aynı pınarın başına gelmişken çoban yaldır yaldır yanan bir ışık gördü. Peri kızıydı bu. “Ey Çoban emanetini al, Oğuz’un başına ölüm getirdin,” dedi. Tepegöz’ü bırakıp gitti. Bayındır Han beylerinden Aruz aldı o garip yaratığı, eteğine sardı. Eve götürdü, bir dadı gelip ona meme verdi, bir soruşta olanca sütünü emdi, iki soruşta kanını, üç soruşta canını aldı. Koyun sütü, inek sütü verdiler doymadı. İnsan etiyle beslenen bir canavara dönüştü. Günde iki insan beş yüz koyun veriliyordu, o yemeye doymuyordu artık.” Şimdi merceğimizi günümüz toplumlarının içine çevirelim. Bu Kellegöz’ler aramızda yaşadı, yaşıyor. O nedenle bu korkunç masal kahramanları hep günceldir, güncel kalacaktır, geleceğe ışık tutacaktır. Ve o kahramanlardan çizgi filmleri, oyun filmleri, tiyatrolar, müzikaller, operalar yapılıyor, yapılacak… Yani çağa göre sunum biçimleri değişiyor, gelişiyor, daha çok insanı etkilemeye devam ediyor. Daha da yaygınlaşacak.
Sibirya Masalları’ndaki “Eşek Kulaklı Kağan”, “Midas’ın Kulakları”nı çağrıştırıyor. Buradan yola çıkarak, yaşam ve kültür farklı olsa da toplumların kesişme noktaları vardır mutlaka, diyebilir miyiz? Araştırmalarınızda karşılaştığınız neler var buna örnek olabilecek? Özbekistan Masalları’nın yer aldığı “Alişir ve Gül” adlı kitapta da “Papağan’ın Öyküsü”, ölümsüzlüğü bulan ama sahip çıkamayan “Lokman Hekim”i anımsattı bana. Ya da Tulpar’la Pegasus arasında fark göremedim açıkçası. Masallar sınırlar ötesi unsurlardır, demek yerinde olmaz mı?
Masallar inanç gibi, gelenek, görenek, menkıbe, fıkra, hikaye, efsane gibi halklar arasında kültürel değiş tokuşu sağlar tabii ki. Birbirini etkilemeye devam eder. Taa milattan çok önce gemiciler denizlerin ve nehirlerin üzerinden sadece mal götürüp getirmediler ki. Kültürü de taşıdılar. İki bin yıl önce kervanlar yola düzülürken sadece yük taşımadılar ki, inanılmaz zenginlikte kültür taşıyıcısı oldular. Kıtadan kıtaya işgale giden askerler de aynı işlevi gördüler. Kültürler birbirini etkiledi. Somut bir örnek: Bizde “Yartı Kulak” adında bir Türkmen masalı var. Birbirinin devamı olan 26 “Yartı Kulak” masalı derleyip yazdım ben, çoğu Almanca’ya çevrilmişti. Yartı Kulak, yarım kulak çocuk demektir. Benim kanıma göre MS. 440’lı yıllarda Atilla ordularıyla Fransa’ya kadar gitti, orada iz saldı, anlatıldı, 1698 yılında Charles Perrault’nun kalemiyle “Parmak Çocuk”a dönüştü. Yine bir Azerbaycan masalı olan “Şengülüm Mengülüm Şüngülüm” “Kurt ile Yedi Oğlak” oldu, bizdeki “Ayıkulak” ya da “Yılan Oğul” Grimm Kardeşler anlatımıyla “Kurbağa Prens” olarak karşımıza çıktı. Tulpar –yelkanat da diyoruz biz ona- Yunan kültüründe Pegasus olarak karşımıza çıktı, ya da tersi oldu veya insanlar birbirinden habersiz aynı konuları işlediler. Benzer çok fazla örneğimiz var. Ortadoğu’da Kabil ile Habil biri çiftçi biri çoban olarak üretime başlarlar. Kabil kıskançlıkla kardeşi Habil’in başına taşla vurarak Kasiyun dağında öldürür. Efsaneye göre dünyadaki ilk cinayettir bu. Romulus ve Remus kardeşler Roma’yı kurduktan sonra Romulus kıskançlıkla Romus’u öldürüp Roma tahtına tek başına oturur. Bizde de Kudaynazar babası ölünce kıskançlıkla iki kardeşini –Er tapıldı ile Kardıgaç’ı- ömürboyu zindana atıp tahta geçer. Görüldüğü gibi bunlar birbirine çok benziyor. Kabil ile Habil çok çok eski olmasına rağmen son ikisi MÖ. 700’lü yıllara tarihlenir. Masallar hem insanlığın ortak malı hem birbirinden esinlenerek hem de bağımsız yaratılabiliyor. Çünkü insanların duyguları, sorunları, sevinçleri, sevdaları ortak. Masalların bir başka önemli özelliği de halkların kendine özgü karakterini, kişiliğini, kimliğini, inancını, geleneğini, töresini, tarihini, kısaca bütün kültürünü yansıtmasıdır. Örnek: “Bir çar, bir çariçe, bir kral, bir kraliçe, bir prens, bir prenses varmış” diye başladığınızda o masalın sizin olmadığı hemen belli olur. Sizinki şöyle başlar: “Bir padişah, bir han, bir hakan, bir hanım sultan, bir hanım kağan, bir vezir, bir kizir, bir şehzade varmış.” Bu sizindir. İkisini de çocukların öğrenmesi gerekir, ama bunun bir ölçüsü var. Batılılar bu ölçüye dikkat ederler. Türkiyeli insan ise hepsini bizim sanarak ayrımı fark etmiyor. Hatta daha da ileri giderek krallı, kraliçeli masallar yazanlar bile var. Çünkü yayınevlerimiz kadim kültüre sahip çıkacak yerde hep Batı’dan alıp çeviriyor, öyle bir algı oluşuyor. Oysa bizim masal ve anlatı geleneğimiz Batı’yı etkiledi. Onlar da bu anlatılardan, Yartı Kulak’tan (ki bu masalın birçok varyantını ben Almanca’da buldum) özellikle 1001 Gece Masalları’ndan yola çıkarak romanı geliştirdiler. Senaryoyu, filmi geliştirdiler. Tiyatro zaten eskiden beri onlarda vardı, daha da ivme kazandı. Dönüp biz de romanda, filmde, tiyatroda, resimde onlardan etkilendik. Onların çalışmalarını örnek aldık. Kültür böyle bir şey. Birbirini etkileyerek ilerliyor. Ama sen hep ondan alırsan, onun adı kültür emperyalizmine esir olmaktır artık. Kişilikli, kültürlü, üretken, kendi kendine yeten toplum yaratmanız kolay değil. Bugünkü devasa sorunlar da oradan kaynaklı. Hangi akım iktidara gelirse gelsin kültür devrimi yapmadan sorunları çözemez. Bir akım Arap kültürünün esiri olmuş, bir akım Batı kültürünün. Bu iki akım hep çatışıyor. Orta yol, diyalog, uzlaşı bulunamıyor. Çünkü anlaşabilecekleri ortak kültürü yitirmişler. Kendi kültürünü. Masalların bu yanını vurgulamazsak doğru tarif ortaya çıkmaz.
Özbekistan Masalları’nda dikkatimi çeken bir husus da masalların başında uzun uzadıya tekerleme olmaması. Tekerlemesiz masallara da aşina değilim. Özbeklerin bu tercihinin nedeni nedir acaba?
Bu anlatı biçimi Özbeklerin tercihi değil, benim tercihimdir. Birbirine çok benzeyen tekerlemeler okurda bazen bıkkınlık yaratabiliyor. Her masalın başında benzer tekerlemeyi görünce okurun okuma hevesi azalıyor. Bir başka sorun da tekerleme çoğu zaman masalın konusundan kopuk olabiliyor. Hele sosyal medyanın da çok yaygınlaştığı böyle bir dönemde masal yazarı ya da anlatıcısı yeni bir biçim bulmak ya da denemek zorundadır ki, okur direk konuya girsin, okumaya devam etsin. O nedenle ben ya duyulmamış yeni tekerlemeler yazdım. Bir örnek:
Karga üfürükçüydü, serçe yalancı…
Kurt fitneciydi, tilki yönetici,
Zürafa gözcüydü, çakal bekçi,
Keçi masalcıydı, sen ise keyifçi…
Ya da tekerlemeleri masal kahramanının yaşamına bağlayarak masalın içine yedirdim. Örneğin bir masalın üçüncü sayfasında tekerlemeye şöyle giriyorum: “…Vakit erişip zaman geçmiş, bir çocuk dünyaya gelmiş. Onu sevmiş, ninniler söylemişler. Çevredeki masalcıları toplayıp, çocuğu ortaya almışlar. Masalcılar masal anlatmış: Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler… Vara vara bir çarşıya vardılar. Baktılar ki; çarşıda bir kadın geziyor. Peştemalının dört ucu var, ortası yok. Bir tarafında demirciler demir dövüyor denginen, bir tarafında boyacılar boya boyuyor yetmiş iki renginen… Bir tarafı sazlık samanlık, bir tarafı tozluk dumanlık… Gözlerini oğuşturdular, güzel bir çocuğa rastladılar, çocuğun hikâyesini şöyle anlattılar:” Çocuk bu tekerlemenin içinde kendini bulmuş oluyor. Dilimizin bu olağanüstü güzel anlatılarıyla çocuk anadilinin melodisini, zenginliğini, derinliğini, zarifliğini daha iyi kavrıyor, onu daha da içselleştiriyor. Yeni bir yöntem olarak denedim, çocukların daha da hoşuna gittiğini gördüm.
Aldar Köse, Keloğlan Masallarında karşılaştığımız Ali Cengiz değil mi?
Aslında çağrışım yapsa bile değil. Ali Cengiz hile ve öldürme oyunları kurar. Aldar Köse ise çok ilginç bir tip. Nasrettin Hoca gibi, Tibetli Tompa Dayı, Avrupalı Till Eulenspiegel gibi 14.yüzyılda ortaya çıkmış. Şakaları, nükteleri, muziplikleri, dalga geçmeleri ve ince zekâsı ile insanları başka türlü düşünmeye zorlayarak şaşırtmıştır. Yanlış gelenek ve töreleri çiğnemiş, kültür dönüşümü sağlayarak o çağın ruhunu yansıtmış ve ünü Orta Asya’yı aşıp dünyaya yayılmıştır… Aldar Köse hikâyelerini her yaştan insanlar zevkle okuyacak, yer yer şaşıracak, yer yer gülecekler. Ne yazık ki geç kalındı ve bu ilginç karakter ülkemizde ilk kez bu kadar kapsamlı olarak yayınlanmış oldu. Bu hikâyeleri sadece aktarmakla kalmayıp gelecek yüzyıllara kalması için onu zenginleştirmeye de çalıştım. Dede Korkut diliyle becerebildik mi, bilemem.
edebiyathaber.net (8 Mayıs 2023)