“Hayat yalnızca geriye doğru anlaşılabilir,
ama ileriye doğru yaşamak gerekir.”
Søren Kierkegaard
Seçimlerimizle var oluruz bu hayatta. Ama hayatı nasıl yaşayacağımıza dair bir reçetemiz yok elimizde. Kendimizi birey olarak tanımadığımız için… Tarifsiz bir boşluğun içinde salınıp duruyoruz. Mutsuzluğumuz ve umutsuzluğumuzla ördüğümüz o kozanın içinde… Sorgulamayı başarabildiğimizde ise(çoğumuz bunu da yapamayız) geç kaldığımız için suçlular arayıp onlara yüklüyoruz bütün sorumluluğu. Olduğumuz -ben- rutinin bir parçası olmak zorundaymış gibi… Herkesin yaptıklarını yapmaya devam ediyoruz. Bir çıkmazın içinde boğuluncaya kadar seçim yapmanın elimizde olduğunu unutup… Oysa… Yaşamın tüm anahtarları gözümüzün önünde sıralanmış bir halde bize bakıyor. Tıpkı Umutsuz Hastalık Ölüm adlı eserinde Kierkegaard’ın hayatının yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını gördüğü gibi. Mükemmel bir gelecek… Ama tercih yapmak… İşte onda hep geç kalıyoruz. Bireysel varoluşumuzu tamamlamadığımız(tamamlayamadığımız) için. “Kendimi ağacın altında oturup, sırf hangi inciri seçmeye karar veremediğim için açlıktan ölürken gördüm. İncirlerin her birini istiyordum ama birini seçmek geri kalanının tamamını kaybetmek anlamına geliyordu ve ben orada karar veremeden oturdukça, incirler birer birer buruşmaya ve kararmaya başladı ve tek tek her biri ayaklarımın dibine düştü.”
Vigdis Hjorth, Postane Günlükleri adlı eserinde Norveç tarihinin bir parçasına odaklanıyor kahramanı Ellinor’la birlikte. Rutinin içine sıkışmış mutsuzluğunun nedenlerini çözemeyen kendine yabancılaşmış bir kadının varoluş mücadelesi anlatı. “Bir aileye sahip olmanın pratik bir şey olduğuna dair bir duygum var. Çünkü herkes aileydi, çünkü toplum aile etrafında örgütlenmişti. Özellikle önemli günlerde… O zaman ben de çoğu insan gibi günün birinde aile kuracak, ailemle aile şeyleri yapmaya başlayacaktım. Tıpkı Stein’la sevgili şeyleri yaptığım gibi. Bu insanın içini karartan bir düşünceydi. Bir daha asla dişe dokunur bir değişikliğin olmaması…” İş yaşamından, yolunda gibi görünen ilişkisinin tekdüzeliğinden sıkılmış ve kaybolmuş hissediyor Ellinor. “Her zamanki gibi kalkmıştım oysa kahve yapmış, bilgisayarın başına geçmiştim. Sonra Rolf aramış, ofise gelmemi söylemişti, sonra Dag çekip gitmişti, sonra Dag ölmüştü, bir anlamda ben de ölüydüm ama yaşayan bir ölü ve canlı kalmak için bir şeyler yapmalıydım.”
Gündelik yaşamın tekrarından oluşan zorunluluklar ve bunun getirmiş olduğu yükümlülüklerimiz yüzünden ıskaladığımız yaşam… Etrafımızdakilere karşı duyarsızlaştığımız… Evet, tamamen özgür olmayacağız bu hayatta biliyorum. Ama yaşadıklarımızın kolektif olduğunu görmeyi bir başarabilsek… Bir tür olarak hayatta kalmak için birlikte çalışmak zorunda olduğumuzu hatırlasak… Hikâyelerimizi, deneyimlerimizi paylaşsak paylaşabilsek… İşimiz o kadar kolaylaşacak ki. Ama… “Kendimi anlamakta çok zorlanırken, kendime karşı samimi değilken, kendimle hiçbir şekilde senli benli konuşamazken kalkıp başkalarının düşünce yapısını anlamaya çalışmak nasıl olacaktı?” Oysa kendimize giden yol başkalarından geçmiyor mu?
Yaşamın anlamı, yaşamakta olanı keşfetmektir.
Alan Watts
Arkadaşı Dag’ın yürüttüğü Posta İşçileri Sendikası’nın, AB’nin dayattığı posta direktiflerine karşı yürütülecek kampanyanın içinde buluyor kendini kahramanımız. Ve başka hikâyelerin ardına takılıyor. Sahibine ulaşmayan ölü mektupların… Anlatıda iktidarların, sendika başkanlarının, medyanın o kirli yüzlerini de gösteriyor yazar kahramanı Dag’ın aracılığıyla.“…insanların hayatlarına dair önemli kararlar onları ilgilendirenlere haber verilmeden, onlara sorulmadan, eleştirel zekâdan yoksun yerlerde alınıyordu.”
Hayatın anlamı ne? Sen peki, sen ne yapacaksın? Toplumda ki yerin ne, topluma katkın ne olacak? Sorularının etrafında dolanıp duruyor Ellinor hep. Kierkegaard’ın felsefesinden çok etkilenen Hjorth’a göre kısa süre kaldığımız bu gezegende insan olmanın bize yüklediği sorumluluğu ciddiye almak zorundayız hepimiz. “Hiç kimse önemsiz değil, her birimiz her gün ya bir medeniyet kurmak ya da tam tersine dünyayı yok olmaya terk etmek arasında seçim yapmak zorundaydık, en ufacık şeylerde bile üstlenmemiz gereken bir görev vardı.” Geçmişin karanlık gölgesinden yüklendiği sorumlulukla kurtuluyor kahramanı da. Posta çalışanlarının haklarını almasına yardım ederek hayatının tutkusunu yeniden kazanıyor. “İşçi partisi için küçük bir adım ama benim için büyük ve önemli çünkü bu iş süresince keyif alarak yaşayabilmek için bazı şeyleri anlamanın ne kadar önemli olduğunu öğrendim.” Yaşamın anlamı onun için çok farklı artık… Kierkegaard’ın ahlaksal yaşam biçimi dediği şey bu…
Hayatlarımız umutsuzluğumuzu sığdıramayacak kadar küçük oysa. Ya o umutsuzluğumuz… Onu ne yapacağız peki? Bir an önce onun girdabından çıkıp kendimizle yüzleşmek zorundayız. Hayatı ertelemekten vazgeçmek… Neyi seçeceğimiz ya da neyi dışarda bırakacağımıza da karar vermek. Hem de hemen… “Bodrumdan yukarı çıkan merdivenin ilk basamağını çıktım ben. Kendi bodrumuna tıkılıp kalmış o kadar çok insan var ki, üstelik manzaranın geniş, büyük resmin anlamlı olduğu, gelecek ve bilinmeyen korkusunun beklentiye dönüşebileceği yer olan üst katlar boş dururken.”
O kadar güzel sözcükler icat ettik ki oysa… Barış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik… Bu kelimelerin gücüne çok daha fazla ihtiyacımız var bugün. Ama bunları anlatabilecek lisan! Kandırmayı, gizlemeyi amaçlamayan, açıklayıcı, yardım eden, taşıyamadıklarımızdan bizi çekip kurtaran… İşte bu lisanı bulmak ve geliştirmek zorundayız hepimiz. Eğer bunu yapmazsak (yapamazsak)… Tercih yapacak bir hayatımız olmayacak zaten.
Umutsuzluk günahkârlıktır.
Søren Kierkegaard
Kaynak:
Vigdis Hjorth, Postane Günlükleri, Çev. Dilek Başak, Siren Yayınları
https://www.information.dk/kultur/2017/05/fri-aldrig-kan-laere-leve-baere-lortet
https://www.information.dk/person/vigdis-hjorth
edebiyathaber.net (26 Ocak 2024)