Yunus Emre Aklıbaşında: “Şiir, zamanı genişlettiği ölçüde büyüktür ve yazarını da bu sayede büyütür.”

Nisan 12, 2025

Yunus Emre Aklıbaşında: “Şiir, zamanı genişlettiği ölçüde büyüktür ve yazarını da bu sayede büyütür.”

Söyleşi: Zeynep Tuğçe Karadağ

Yunus Emre Aklıbaşında’nın Paylaşsana Bu Dağınıklığı geçtiğimiz günlerde Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı. Şairle son kitabı üzerine konuştuk.

1-Merhaba Yunus Emre, geçtiğimiz günlerde ilk şiir kitabın Paylaşsana Bu Dağınıklığı yayımlandı, tebrik ederim. 2018’de yayımlanan ilk şiirinden bu yana şiir yolculuğunun sendeki karşılığını öğrenmek isterim.

İlk şiirim, bilinçli işlenen ilk günah gibiydi benim için. Bazı durumların nihayete ermesiyle insanda beliren olmuşluk hissi çoğu zaman yanıltıcıdır; çünkü doğamız gereği yeniden aynı olmuşluğa susarız. Dergide yayımlanan ilk şiirimden, ilk şiir kitabıma kadarki süreç; kendi kimliğimi şiirle inşa etmem adına verimli geçse de dağınıktı. Hayatın gerçek zorluklarına, elinde olmayan sebeplerden her zaman yazdıklarınla karşılık veremeyebiliyorsun ama şiirle kendimi yetiştirdiğime eminim. Bu yüzden yazmadığım dönemlerde dahi okumayı ve şiiri takip etmeyi bırakmadım, tutkum buna izin vermedi. Bugün dönüp baktığımda, şiirin hayatımda ifade biçiminin de ötesinde, doğrudan yaşam alanım olduğuna inanıyorum, bende yarattığı etki ve bıraktığı izler tüm çalkantılardan daha güçlü ve kalıcı. Şiir, zamanı genişlettiği ölçüde büyüktür ve yazarını da bu sayede büyütür. Yazdımsa, her şeye ve herkese rağmen yazdım.

2-Şiirlerinde isyan, ironi, bireysel ve toplumsal eleştiri yoğun yer tutuyor. Hepsini bir potada eritirken duyguyu da eksik bırakmıyorsun. İlk şiir kitabında bir imza oluşturabilmen başarı bana göre. Hiçbir şair ya da yazar “bağımsız” değildir; herkes kendisinden önce gelenlerden etkilenir fakat yaratıcı süreçte bu etki ya bastırılır ya da dönüştürülür. Çoğumuz etkilenme endişesi taşırız ve bununla bilinçli veya bilinçsizce mücadele ederiz. Sen bu durumla nasıl başa çıkıyorsun?

Kendi imzamı oluşturduğumu düşünmene sevindim. Türk şiiri belli damarlar üzerinden ilerler, şiir tarihimizin çıkmazına yeni bir enjekte gerektiğine inansam da bağlandığım damarların hangi organları besleyeceği konusu daha çok edebiyat tarihçilerinin ve eleştirmenlerin işi olacak. Bazı seslerin varlığını inkâr etmek, -eğer İsa değilseniz- dünyaya babasız geldiğinizi iddia etmek gibi olur. Etkilenmeyi bir sorun ya da kaçınılması gereken bir bela olarak görmektense, meseleye daha sağduyulu yaklaşmak lazım. Etkiyi besine çevirebildiğimiz ölçüde başarılı sayılırız, dilin kökeninde “öykünme” zaten önemli bir yer tutuyor ama asıl mesele, okuduğun metnin bilincine varmak ve sonrasında kendi yolunu nasıl çizeceğine karar vermektir. Bu zor ve bir o kadar da kıymetli süreci, ilk kitaba göre iyi geçirdiğime inanıyorum çünkü etkilendiklerimden doğru beslenebildiğimi düşünüyorum.

3-Homeros’tan bugüne şairlerin çoğunun değişmez bir derdi vardır: ölüm. Şairlerin, ölüme bu kadar yakın durmasının Wittgenstein’in görüşüyle bağdaştığını düşünüyorum: “Ölüm bir deneyim değildir çünkü onu deneyimleyemeyiz. Bilincimiz varken ölüm yoktur, ölüm varken de biz yokuz. Bu yüzden ölüm üzerine konuşmak, dilin sınırlarını aşan bir durumdur.” Ölüm sende de yoğun yer tutuyor. Şiirlerinin gelip ölüm kavramına dayanmasını neye bağlarsın?

Ölüm, hayattaki en sahici şey…  Bugün doğumu bile kontrol altına alabildiğimiz halde, ölüm karşısında elimiz kolumuz bağlı. Hiçbir insan kelamının, ne varlığı ne de ölümü hakiki manada açıklayıp anlatılabileceğini düşünmüyorum. Ruhumun sonsuz olduğuna iman etmek, bu büyük meçhulü kendi benliğimle karşılaştırmak, öteler hakkında içimde derin bir kaygı oluşturuyor. “Ölüm ki, şiirlerin en şiire benzeyeni’’ diyor şair. Yani neyi hatırlamam gerektiği konusunda ders veren bir yapıda şiir. Bir insanı sevip sevmediğimi, “Acaba ölse üzülür müyüm?” diye düşünerek tartıyorum bazen. Gözlerim doluyorsa seviyorumdur. Hayır, anlatamadım.

4-Bazı dizelerde çocukluğunun ayak sesleri duyuluyor, baba imgesi ise bu seslere eşlik ediyor. Nasıl bir çocukluk geçirdin? Şiire dair ilk anın neydi?

Yalova’da doğdum. 1999 Marmara Depremi yaşandığında henüz bebektim. Ailemizde şükür ki can kaybı olmadı ancak ekonomik açıdan uzun süre belimizi doğrultamadığımız için çocukluğum belli bir yaşa kadar yoksulluk içinde geçti. Yalova’daki evimiz dedemlerle yan yanaydı; aile meclislerimiz olurdu ve aslında kulağıma çalınan halk ve divan şiirinin ilk seslerini de o eve borçluyum. Küçükken daha içe dönük bir çocuktum. Mesken tuttuğum ağaç tepeleri vardı. Ayrıca evcilleştirdiğim kediler, köpekler, kaplumbağalar, kirpiler ve karıncalarla da sık sık sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Bunun yanında mahalle kültürüyle büyüdüm; her mezhep ve meşrepten komşumuz vardı ve komşuluk ilişkilerimiz çok güzeldi. İyi bir oyun kurucuydum, özellikle diğer mahalleye karşı birlik olmayı çok severdim.

İlk şiirimi yazmam ilkokul üçüncü sınıfa denk gelir. O yıl Yalova’daki bahçeli müstakil evimizden İstanbul’da bodrum kattaki bir eve taşınmıştık. Seksen Günde Devri Âlem’i keşfettikten, Beyaz Diş’in anlattıklarına kulak verdikten, Koca Ali’nin diyetini ödemesine tanık olduktan ve kütüphanede tesadüfen Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çocuk ve Allah kitabına rastladıktan sonra, İlhan Berk’in “Şiirin olgunlaşması, nihayet bir dünya olmaya gidişidir” sözüne içtenlikle katılmış oldum. Bir zaman sonra, işte o dünyada; sevdiğim kız için ilk kavgamı ettim, kazandığım ilk parayla bisikletimi aldım, ciğerlerimi ilk kez sigara dumanıyla doldurdum. Ders notlarım iyiydi ama okuldaki sosyal faaliyetler daha çok ilgimi çekerdi. Pedere gelince, burada tamamen açamayacağım bir imge olarak kalsa da şunu söyleyebilirim: şairliği ve yetimliği aynı kökten türeyen iki kelime gibi görüyorum.

5- İstanbullu bir şiirin var, şehir adeta satırlara sızıyor. Şiir, mekânları yalnızca anlatmakla kalmaz; onları hissettirir, çağrıştırır, dönüştürür. Sen de bunu yapıyorsun, trafik, vapur, keşmekeş, geçimin zorluğu, imece usulü yaşamak, iki yakayı birleştiren dikkat… Sence mekân mı şiiri şekillendirir, yoksa şiir mi mekâna yeni anlamlar yükler?

İstanbul’la aramızda her geçen gün artan bir şiddetli geçimsizlik yaşanıyor. Mekân sadece fiziksel alanlardan ibaret değil; düşlerimiz ve yaşantılarımızla sürekli yeniden anlamlanan bir ifade biçimi. Yaşamak için sakin şehirleri tercih etsem de İstanbul’un ifade biçimleriyle şekillenmemek elde değil. Üniversite döneminde, Beyoğlu’nda tepinip Karacaahmet’te ağladığım günlerde seyyah misali İstanbul’un altını üstüne getirdim. Kadıköy ve Üsküdar ile aramda özel bir bağ var mesela. Bu bağları sevsem de örneğin Mihrimah Sultan Camii’nin daha büyük görünmesi için çevresindeki evlerin pencereleri daha küçük ölçülerde tasarlanan bir şehirdi burası, bu tip hassasiyetlerden oldukça uzaklaşan, her geçen gün değerinden biraz daha kaybeden bir organizma… Şiiri nasıl okuyorsam, İstanbul’u da öyle okumayı seviyorum; bir tür okuryazarlık benimkisi. Okuduğum şeylerin doğal olarak yazdıklarıma sızması bundan ibaret.

6- “Meta her rahmete niye merhaba der?”,  “Hangi algoritma algılar beni?”,  “Uçtan uca şifrelenmiş konuşmalarımızda/Sürdü bazı kelimeleri kullanmama yemini” dizelerinde görüldüğü üzere günceli, sosyal medyayı ve teknolojiyi de şiirine dâhil ediyorsun.

Sence sosyal medyada paylaşılan şiirler gerçekten şiir deneyimi sunabiliyor mu, yoksa okurun hızla geçip gittiği bir estetik fragman mı oluyor? Yeni medya aracılığıyla değişen iletişim sürecinde şiirin durumunu nasıl değerlendirirsin?

Büyük Biraderler bizi izliyor; hepimiz birer veri parçasına, birer dijital ize dönüştük. Artık teknoloji şirketlerinin veritabanlarında kayıtlıyız; bu veritabanları neredeyse bir tür amel defteri gibi işliyor. Şair, izlenebilir, denetlenebilir bir zeminde yazıyor artık; bir yandan özgürlük yanılsamasıyla hareket ediyor, diğer yandan ise algoritmaların tahakkümü altında.

Dijitalleşme öncesinde şair profili daha büyüktü. Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Attila İlhan ve İsmet Özel gibi isimler üzerinden şekillenen o eski şair imajı; ütopyalar kuran, ideallerle zamana kafa tutan, şiirle mücadele sahası açabilen figürleri barındırıyordu. Günümüzde ise benlik duygusu yüksek, yetenekli bir ergen bile büyük şair olma arzusuyla yola çıktığında kolayca karikatürize edilebiliyor. Bu da doğrudan ekranlardan akan, “like” kültürüne dayalı şiir ortamıyla ilişkili, yeteneği fark edecek gözler, küçük hesapların peşinde ve bu çıkar ilişkilerinden gözlerini alamıyorlar.

Şairler arasındaki aşırı iletişim hâli, şiirin özünü dönüştürmeye aday. Yeni medya, şiiri kimi zaman görünür kılabiliyor; ama çoğu zaman onu hızla tüketilen, etkisi geçici bir fragmana indirgemekle meşgul. Artık okur yerine takipçi var karşımızda; şiir de bu takipçinin dikkat süresine sığmak, onun ritmine uymak zorunda kalıyor.

Geçmişte Hüseyin Cöntürk örneğin, belli sayıda eleştiri yazısı olmayan gençlerin şiirlerini yayımlamazmış. Bugün ise yerini “beğen” ve “alıntıla” gibi yüzeysel tepkilere bırakmış durumda; yani eleştiri de içeriğin değil ilişkilerin gölgesinde kalıyor, duygusal refleksler ve anlık tepkiler hâkim. Şair ne yasa koymakla sorumlu tutuyor kendini, ne de haber getirme zahmetine girişiyor.  

Tüm bunlara rağmen, siyasi ve sosyal alanlarda belirgin olmasa da şiirin yeni medyada da düşünme payları açtığına inanıyorum. Her şeyin hızlandığı, anlamın buharlaştığı bir çağda, şiirle yaşamak hayatı katlanabilir kılıyor. Belki yalnızca bir fragman gibi görünüyor ama o fragmanın içinde bazen bir çağın tamamı kodlanmış oluyor. Her şeye ve herkese rağmen, Türk şiirini hiçbir algoritma algılayamaz, şairi yine şair anlayacak.

Yanıtların için teşekkür eder, şiir serüveninin bitmemesini dilerim.

Edebiyat yolculuğumdaki ilk söyleşiyi seninle yapmak benim için sevindiriciydi. Teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (12 Nisan 2025)

Yorum yapın