“Yürümek”: Birey olabilenlerin kendi yolunda ilerleyerek canlı kalmayı başarabilmeleri | Peyman Ünalsın Gökhan

Eylül 30, 2023

“Yürümek”: Birey olabilenlerin kendi yolunda ilerleyerek canlı kalmayı başarabilmeleri | Peyman Ünalsın Gökhan

Sevgi Soysal, “Venüslü Kadınların Serüvenleri – TRT Günleri” isimli kitabında “Yürümek” hakkında ne diyor bakın!

“Seviyordum yürümek sözcüğünü; ilerlemeyi, değişimi durdurulmaz oluşumları gözlemeyi. Kavradıklarını, belki özümleme zorluğundan, kusanlardandım; oturmuş, ufak bir roman yazmıştım. Her attığı adımı ilerlemek sanan, bu nedenle biraz erken ve çabuk yorulan bir kadının, yanlışlara yanlış ad koya koya vardığı labirent içinde, duyduğu kaçınılmaz bunalımları, belirli ve sağlıklı kurallar içinde değişen doğayı, sağlam durumlar ortasındaki bireysel çırpınışların anlamsızlığını, o zamanlar bildiğimi ve anlatmak istediğim daha birkaç şeyi sığdırmıştım bu kitaba, sığdırmak istemiştim. Elâ’nın onu bıraktığım yürümek noktasında, ilerlemenin gerçek anlamını kavrayacağını umarak.”

Bu sözler Sevgi Soysal’ı Yürümek romanını yazmaya iten tohumu bize altın tepside sunuyor. Tohum bu ise onu besleyen metaforlar da teker teker sökün ediyor. Kuşkusuz derin gözlem yetisinden doğan bir veya birkaç toplumsal çözümleme mutlaka kurguya yedirilecekti. Çünkü hassas bir kadındı Sevgi Soysal. Gördüklerini özümseyen, özdeşleştiren, yeri geldiğinde duygusal devinimlerin içinde bunalan, bunaldıkça daha derine inen ve sorunları içselleştiren bir kadın. Çünkü o görüp de sırtını çeviren değil, gördüğünü empati kurarak kendi yaşantısalı hâline getirebilen bir kadın. Özgür düşünceye, özgür yazına inanan, gerek anlamsal gerek yapısal olarak da kurduğu cümleleriyle bunu okura aksettiren bir yazar. Yapıtlarını okudukça üslûbunun gücüne, anlatısının ritmine hayran olmamak nâmümkün. Karakterlerini belirleyen unsurlar, yaşama biçimleri gözümüzün önüne net bir Sevgi Soysal portresi çizerken onun yüklemsiz kısa cümlelerinin müptelâsı oluveriyor, metnin ritminde ahenkle dans ediyorsunuz. 

Sevgi Soysal, Yürümek romanında kadının ve erkeğin toplum içindeki konumlarını, her iki cins açısından cinselliğin nasıl yaşandığı, algılandığı, dikte ettirildiğini, kadın erkek ilişkisini, doğadaki diğer canlıların doğuşu, varlığını sürdürmesi, çoğalması, avlanması gibi yaşamsal döngüyle paralel bir anlatı tekniğini uygulayarak anlatıyor. Doğa ile ilgili verdiği bilgiler bir önceki ya da bir sonraki bölümün metaforu gibi de aynı zamanda. Bizi evrenin bütünselliğini düşünmeye itiyor. Doğada var olan bitkiler ve hayvanlar gibi insanlar da uysal, saldırgan, yararlı, zararlı, asalak, kendi kendine yetebilen. 

Bu bölümler arasında ritim konusunda da benzerlik var. Karıncaları anlattığı bölüm ile takip eden, Yenişehir’i anlattığı bölüm ritim itibariyle benim kulağımda aynı ritimle ses buldu. (Syf.28)

Bu paralel anlatı, Virginia Woolf’un Dalgalar’ını aklıma getirdi. Woolf romanında benzer bir teknikle, bir grup gencin büyüme hikâyesini, gün doğumundan gün batımına kadar dalgaların devinimini tasvir ettiği bölümlerle özdeşleştirerek kurgulamıştı.

Sevgi Soysal’ın ilk romanı olan Yürümek, yayımlandığı 1970 yılında TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü’nü kazanıyor. 1971 yılında, 12 Mart sonrasında müstehcen olduğu gerekçesiyle toplattırılıyor. İddiaların dayanağı ise taşrada genç erkeklerin cinsel dürtülerini bastırmak için eşekle cinsi münasebetlerinin detaylı bir şekilde anlatılması. Burada amaç aslında Sevgi Soysal’ı susturma çabası. Sevgi Soysal ve romanı demir parmaklıklar ardına kapatılıyor. Son zamanlarda edebiyat yapıtlarına uygulanan sansürleri düşününce yarım asırı aşkın bir süredir iktidarların örselemeye çalıştıkları düşünceleri edebi eserler üzerinden yapmaktan vazgeçmediklerini görüyoruz. 1974 yılında roman hakkındaki müstehcen suçlaması, anlatılan olayın okurlar üzerinde arzuları uyandırma etkisi yaratmadığından, geri alınıyor, hem Sevgi Soysal hem de romanın cezai müeyyidesi sona eriyor. 

Gelelim romana… Elâ ve Memet karakterleri üzerinden, üçüncü tekil tarafından anlatılan bir bildungsroman. İnsanları yaşadıkları ortama göre hayatlarını şekillendiren olgular çerçevesinde tanımak, anlamak adına bizi Türkiye haritası üzerinde parmağını koyduğu iki yer ile tanıştırıyor. Samanpazarı’ndan, Çankaya’ya, Kavaklıdere bağlarından Yenişehir’e oradan Altındağ’a uzanan bir memur şehri olarak Ankara tanıtımının ardından elini tuttuğu Elâ’yı, çocukluğunu perdeye aktarıyor. Perdeye aktarıyor diyorum çünkü Soysal etkilendiği İtalyan Yeni Gerçekçilik, Fransız Yeni Dalga, İngiliz Özgür Sinema akımlarının yansısını yapıtına taşıyor. Her üç akımın ortak paydası az bütçe ile çekilen gerçekçi, toplumsal sorunlara odaklanan, işçi ya da burjuva sınıfı, ataerkil ailelerde babasız büyüyen çocukların güçlü anne profilini yansıtan, cinselliği, evliliği ele alan, belli kalıpları olmayan ucu açık sonlu filmler. Ankara’da film kamerasıyla takip ettiğimiz karakterimiz ise Elâ. 

Elâ yetiştiği memur aile ortamının zaman içinde onu yoğurduğu ve olması gereken olgunluğa erişen bir karakter. Onun çevresinde kadın olmak bazı geleneklere boyun eğmek demek, girilmesi gereken kalıpların yadsınmaması demek. Elâ, annesi ile yaşayan arkadaşı Şenel gibi ‘serbest yetişen’ bir kız değil. Elâ’nın annesi, arkadaşı Şenel’in annesine benzemiyor. Şenel’in sahip olduğu özgürlüklere sahip değil. Şenel küçük cinsel fantezilerini hayranlık duyduğu sinema oyuncularını taklit ederek Elâ üzerinde denerken Elâ bastıramadığı merakıyla Şenel’e boyun eğiyor eğmesine de sonrasında utançla karışık korkulara gark oluyor. Elâ’nın büyüdüğü evde göğüslerinin tomurcuklanması, serpilip büyümesi de, regl olması da soruna dönüşüyor.  

“Tam Diana Durbin olmuştum, Şenel’in anasının yüzünden, hayır hayır, annemin yüreğime saldığı, ta beynime yerleştirdiği bir şeyler yüzünden küçük, sıska bir kız oldum yine. Elâ da bütün anaların, aynı şeylere kızdıklarını, aynı şeyleri söylediklerini sanıyordu; çünkü doğruydu onlar, gerçekti, kesindi. Bütün çocuklar gibi, anasınca konan yasakların, dünyanın yasakları olduğunu sanıyordu, Tanrı yasakları olduğunu.” Syf. 36

Ailede baba figürü, hep perdenin arkasında kalan; düşünceleri, yasakları, istekleri anne üzerinden çocuklara aktarılan bir gizli güç. Anne ise hep günah keçisi kılığında, baba ile çocukları arasında aracı görevini üstleniyor. O yüzden de Büyükada’da geçirdikleri yaz, Elâ Aleko ile öpüşmek için küçük kaçamaklar yaratmaya çabalarken babasının vefatını duyduğunda paramparça oluyor. Çocuk aklıyla babasına karşı geldiğinden onun vefatıyla cezalandırıldığını düşünüyor.

“İki gün sonra ölü evinin kasvetinden, geleni gideninden, çoğalan ev işlerinden sıkılan Sabiha Yenge, kocasının işlerini bahane ederek gelini ve torunuyla İstanbul’a döndü. Elâ, adağının tuttuğunu anladı. Aleko’yla öpüşürken mi ölmüştü babası? Aleko’yla tepeye çıkmasını yasakladığı için mi Aya Yorgi intikam almıştı babasından? Somut olarak bilinen şuydu: Elâ’nın çevresinde Sabiha Yenge’nin her gün biraz daha daralttığı örümcek ağı, bir ölümle parçalanıvermişti. Bu ölümün ardından Elâ, Madam Mado, Madam Marika, Kato, İris, Mano, hepsi kendi başlarının çaresine bakmaya bırakıldılar.” Syf.53 

Elâ evde gördüğü baskıyı değirmende öğütülen buğday gibi, aşkı farklı kollarda arayarak öğütüyor. Ta ki Hakkı ile Hilton’da yapılan bir düğünle dünya evine girene kadar. Toplumun inceden inceye bilinçaltına işlediği nihayet gerçekleşiyor. Peki, bir kalıp içinde klişeye boyun eğerken mutlu olmak mümkün mü? Olmayabilir. 

Paralel anlatı ile ilerleyen romanda diğer ana karakterimiz ise Memet. Onu Tirebolu’nun dokusu içinde görüyoruz. Tirebolu, Ankara’nın aksine küçük bir ilçe; balık ağları, yaşayanların onlara bol balık bahşeden denizle yani doğayla çatıştığı, kadınların köşelerine tahtakurularının pusu kurduğu evlerinde kabul günleri düzenledikleri, küçük erkek çocuklarının silahlı güç oyunları oynadıkları, geneleve gitmenin büyümenin nişanı sayıldığı.

Memet, geneleve gitmenin, silahlarla münasebetin olmasının eril gücün simgesi olduğuna inanılan bir coğrafyada yaşıyor. İşte bu yüzden, daha küçük bir çocukken arkadaşı Nuri’nin Memet’in tabancasını alıkoyması, itkisi hâline dönüşüyor. Büyüyüp koca bir adam olduğunda, sokakta gördüğü Nuri’yi, sırf alıkonulan tabancanın utancıyla görmezlikten geliyor. 

“O gün, işinde, bir arkadaşından borç almıştı. Nuri’den isteseydi verirdi, seve seve verirdi, parası olduğu belliydi Nuri’nin, Memet’e borç vermek kim bilir nasıl zevk verecekti ona, vermez mi? Hem Nuri’nin vereceği para ne olursa olsun, Memet’ten zorla aldığı oyuncakların karşılığı olamazdı. Ama Memet Nuri’den borç istemezdi. Nuri’den hiçbir şey istemezdi. İstemek ve almak; Nuri’nin işiydi bunlar. Nuri’nin Memet’ten çok daha erken, çok daha ustaca öğrendiği bir şey. Memet Nuri’nin niçin güçlü, kendinden güçlü, döven, koparan olduğunu hiç düşünmediğini anlamıştı o gün.” Syf.108

O coğrafyanın bir de genelevden yolu geçen erkek adamlar yakıştırması var ki, Memet’in belki de ilk yalanlarından biri ‘geneleve gittim’ oluyor. Oluyor da, babasından bir güzel tokadı da yiyor. Her şeyin bir yaşı var. 

İstanbul’da yatılı okulda okurken de kör topal, düşe kalka bir dolu eril yeterlilik sınavından geçiyor. 

Ve Sevgi Soysal, ‘aşk tesadüfleri sever’ hafifliğinden daha felsefi bir düşünceyle Elâ Memet karşılaşmasını kurgunun dirseğine oturtuyor. Kurgunun dirseği diyorum zira bundan sonrasını romanın kırılma noktası olarak görüyorum. Ayrı ayrı tanıdığımız farklı coğrafi bölgelerde, farklı ahlâkî görüşlerle yetişen kadın ve erkeğin tek bir şemsiye altında yağmurdan ne kadar korunabildiğini çözmeye çalışıyoruz. 

Sevgi Soysal romanlarında değindiği siyasi toplumsal çözümlemelerini Yürümek’de, Elâ ve Memet’in birlikte tatile gittikleri İmroz üzerinden biz okurlarına aktarıyor. 

“Ben bu adayı on gün önce sevmişsem; bu denizi, kumu, güneşi, bu bizi bize bırakan, bırakmayı bilmiş halkı, onların şaraplarını, horalarını, ikonalarını sevmişsem, bugünün sabahını, çıkarma gemisinin gelişini, bu gemiyle bütün bunlara açılan savaşı nasıl sevebilirim?” Syf.144

Savaşlar insan bağlarını, ilişkilerini bitiren hareketlerdir. İnsan sevgisini bitirendir. Aradaki kültürel bilgi alışverişini bile engelleyendir. Savaşlar sevilmez. İki insanı bir araya getiren ânlar, koşullar bir anda zihinden atılabiliyorsa birlikte olmanın da bir mânâsı yoktur. 

Yürümek hakkında daha sayfalarca yazılabilir. Her sayfasında derin bir düşünce, bir canlandırma, bir toplumsal çözümleme, çatışma… Kısaca şu paragrafla izleğini yazıp noktayı koyayım. Kolektif bilinç kadın ve erkeğin toplumsal konumunu, aile içindeki konumunu, cinselliği ne kadar ve nasıl yaşadığını belirleyen etmenlerin başında gelir. Doğa kendi içinde bir uyum içindeyken doğar, çoğalır, yaşarken canlılığını hep sürdürür. İnsanlar ise canlı olduklarını varsayarak aslında tüm toplumsal baskıların somut neticesi olarak ölüdürler. Gerçek anlamda yaşamazlar. Özgür olduğumuzu düşündüğümüzde bile aslında özgür değiliz. Ancak birey olabilenler kendi yolunda yürüyerek canlı kalmayı başarabilir. 

İyi ki bu dünyadan Sevgi Soysal geçmiş!

Kaynak: Yürümek, Sevgi Soysal, İletişim Yayınları, 152 syf.

edebiyathaber.net

Yorum yapın