Yusuf Atılgan bize az ama öz sayıda eser bıraktı. Bıraktığı iz, edebiyatımızın derinliklerinde kaybolmadığı gibi sonrakilere “yol” olup ”yol” da açtı. Onun yazdıklarını -kendi- zamanına göre öncü kılan kuşkusuz birçok yön vardır. Eserleri üzerine nice yazılar yazılmış, nice akademik çalışmalar yapılmıştır. Bir okur-yazar olarak söyleyeceklerim onlardan pek de farklı değil. O yüzden, yazılanlara ek yapmaktan ziyade Atılgan’la henüz tanışmayanlar için eserlerini kısaca anlatıp altını çizdiğim satırları paylaşmak istiyorum.
Atılgan’ın “Aylak Adam”, “Anayurt Oteli”, “Bütün Öyküleri” ve “Canistan” kitaplarının Can Yayınları tarafından yeni baskılarıyla okura sunulduğunu da bu vesileyle hatırlatayım.
Aylak Adam’ın yaşadığı ve yaşattığı
“Biri çıkıp yazsa… Ben? Yapamam; yaşamak varken. Ben ya ararım ya da yaşarım. Aynı anda ortak duygular ancak iki etin birbirine dokunmasıyla başlıyor.” diyor “Aylak Adam”… Yıllar önce yazılmış olsa da gerek konusu gerek dili çağının ötesinde bir kitap. “Kış, İlkyaz, Yaz, Güz”den oluşuyor “İçindekiler”.
“Aylak Adam”, anlatıcısı C.’nin dilinden yansıyan satırlar gelgitlerle doludur. “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi.” cümlesiyle başlar. Düş ile gerçeğin zaman zaman yer yer karıştığı eserde, özellikle üzerinde durulan kavram “aylaklık” gibi dursa da “birey” ve “sanat” vurgusu da oldukça dikkat çekicidir. İdealize edilen bir “sevgili” vardır, C. ruh ikizini/benzerini bulabileceğine inanır ve iki kişilik bir toplum kurma hayalinin peşindedir. Basit bir arayış değildir bu. Başka bir yaşam arayışıdır, başka türlü bir yaşamak… Ona erişmenin hayalidir yazarı/anlatıcıyı ayakta tutan. Erişmenin imkânı ve imkânsızlığı arasında gidip gelen bir sarkaçtır yazmak. “Sanatçının sezgisi yanılmaz.”
Atılgan’ın karakterleri, “arzu edilen” ve “gerçek olan” arasındaki o derin uçurumun farkındadırlar. “Düş” ile “gerçek” arasındaki bu “fark”tan kaynaklı hikâyeler kurulur… “Bir yazarın dediği gibi: ‘Kadınsız hikâye tuzsuz aşa benzer.’” Ve “Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum.” derken aslında anlatılan o “birey”in hikâyesidir. İçinde bulunduğu toplumdan uzağa düşmüş, farklı, kuralların dışında kalmış, itilmiş… Arayış hâlinde olan “Aylak” bireyin. Bir tanımlama mıdır reddiye biçimi midir bilinmez! “Günlerin adı, sürelerince yaşanılan olayların değerine göre değişebilir.”
Atılgan’ın dili hem özenli hem diridir. “ Duvarlarda griler, uçuk maviler asılıydı. Temmuz sarısı, mayısın esmerimsi yeşili… Ayşe insan resmi yapmazdı. ‘İnsanlardaki her duygu bir renktir,’ derdi.”
Anayurt Oteli’nden bize kalan
“Zebercet” karakteri, hem edebiyatımızın hem sinemamızın ilgi çekici karakterlerindendir. “Pamuğa sarıp inci kutusuna yatırılır bu; Zebercet koyun adını.” denmiştir o doğarken.
Sadece Zebercet değil Atılgan’ın diğer karakterleri de düş ile gerçek arasında salınan bir sarkacın hikâyesini yaşar gibidir. Zihinsel bir yolculuğun gerçeğe dönüşüp dönüşmemesidir belki de aslolan.
Zebercet’in, Ankara treniyle gelen o kadının üzerine kurduğu düşlerden örülmüş bir ağ vardır. “Giderken arkalarından baktı. Dün gece ‘Nasıl seninim’ demişti kadın. Yeryüzünde erkeğiyle böyle konuşan kadınlar da vardı elbet.”
“Anayurt Oteli”nde, kahramanımızla ilgili anlatılacak hikâyenin kurulabilmesi bir “düş”e ihtiyaç duyulur. O düşün “kurulabilmesi için illa “varlık” gerekmez, bazen “yokluk” da bir sebeptir. Zebercet için “olan” ve “olmayan” kadınlar bir’dir kimi zaman. O yüzden düş ile gerçek birbirine karışır, iç içe geçer ya da. “… o günden sonra gündüzleri ortalıkta dolaşan, geceleri bitişik odada yatan genç bir dişiydi artık kadın.”
Sinemaya gitmek ve sinemadan çıkmak da Yusuf Atılgan’ın ana izleklerindendir. “Aylak Adam”da olduğu gibi “Anayurt Oteli”nde de bu izlek vardır. Zebercet’in gittiği sinemada anlatılan hikâye paralel kurguludur. Bir yandan yanındaki genç adamla olan iletişimi bir yandan da perdede akıp gidenler anlatılır.
Yarım kalan bir “Canistan”
“Canistan”, Yusuf Atılgan’ın yarım bıraktığı bir eser gibi olsa da aslında tamamlanmış yanları da çok. Bitirdiğinizde öyle pek de eksik/yarım kalmıyor anlatı. Atılgan’ın ölümünden çok sonra, ilk kez 2000 yılında yayımlanmış.
Üç bölümden oluşan anlatı, okunduğunda görülecektir ki yarım kalmış gibi durmaz. Atılgan’ın o etkileyici anlatım dili ve incelikli gözlemleriyle dolu bir “usta işi”dir “Canistan”. Sadece yalnızlık, iletişimsizlik, bunaltı gibi temalar değildir onun dilindeki. Doğanın, kır hayatının, insan denilen dehlizin anlatıldığı eserlerdir eserleri aynı zamanda. Samimi, yalın, içten…
“-Bu ses ne?
-Dilşeker deresine dağdan su indi; bütün kış şarıl şarıl akar.
-Ne güzel, ninni söyler gibi.”
Anlatım dili oldukça sinematografiktir. Kelimelerin her birinin zihinde karşılığı vardır neredeyse. Tahayyül gücünü genişletir okurun. “Üçü birlikte arabaya doğru yürüdüler, binip uzaklaştılar. Selim sevinçliydi, güveni artmıştı, çiftliğin gerekli bir adamı gibi görüyordu kendini. Ama parayı alırken beyin oğluna ilişti gözü; sanki ona alayla, hor görerek bakıyordu. Çapayı bıraktığı yere döndü; ‘boş ver, işine bak sen’ dedi yavaş sesle.”
Eserin coğrafyası Manisa’dır, ancak bu kez dönemi farklıdır. Anadolu’nun işgal edildiği, direniş çetelerinin kurulduğu yıllardır anlatılan.
Ocağın üstündeki rafta yanan zeytinyağı kandilinin soluk ışığında ayak ucunda duran adamın yüzü yabancı gibi değildi ama kim olduğunu çıkaramadı. Başında yerleşik bir ağrı vardı. “Çeteler. Sonunda basıldık işte. Aptal gibi fırladım dışarı; tüfeği alıp beklemeliydim. ‘Bağa çıkmayalım bu yaz; her gün gider geliriz; geceleri köyde kalalım’ deyip durduydu Fatma. Dinlemedim…”
“Bütün Öyküleri” derseniz…
Yusuf Atılgan’ın Can Yayınları tarafından basılan “Bütün Öyküleri” kitabı “Bodur Minareden Öte” ve “Ekmek Elden Süt Memeden” kısımlarından oluşuyor. İlk kısımda yine alt başlıklar var: “KASABADAN (Evdeki, Saatların Tıkırtısı); KÖYDEN (Tutku, Kümesin Ötesi, Dedikodu, Yük); KENTTEN (Yaşanmaz, Atılmış, Çıkılmayan, Bodur Minareden Öte); EYLEMCİ (Ağaç, Eylemci)”… İkinci kısım ise: “EKMEK ELDEN SÜT MEMEDEN (Korkut’a Masal, Ceren’e Masal)”…
Atılgan öyküleri ince bir gözlem yeteneğiyle örülüdür. “Evdeki” gibi mesela, anlatıcıyla birlikte okur da sorgular yaşamı: “Kiminle evleneceğim bu kasabada? Kim anlatıyordu geçende, ‘İçip içip gecenin bir vakti gelir eve. Ayağını önüme uzatır. ‘Çıkar şunları’ der. Leş gibi kokar ayakları. ‘İçim bulanıyor.’”
Öyküleri içseslerle bezeli bir senfoni gibi de okunabilir bazen. “Bir ay, geceleri bana ayırdıkları küçük odanın karanlığında, onlara varlığımı hatırlatacak bir cılız öksürüğü bile örtünmediğim yorganın arasında boğmaya çalışarak, evlerinde değilmişim, hiç olmamışım gibi uzandığım yatağın altından döşemenin kaydığı, dipsiz bir oyuğa hızla düştüğüm zamanlar oldu. Bu başdöndürücü düşüşleri geçen yazdan beri tanıyordum.”
“Ekmek Elden Süt Memeden”le ilgili de Atılgan şöyle der: “1970 yılı gözünde yazılmış bu iki masal çocukları olduğu kadar büyükleri de ilgilendirir sanırım. İkisinde de ninemin anlattığı masalların öğelerinden yararlandım.”
Yusuf Atılgan ve eserleri üzerine söylenecek elbet daha çok şey var. Bu yazının asıl amacı, özellikle yazarı daha önce okumamış okur için bir tanıştırma faslıydı. Amaç hasıl olmuştur sanırım.
Artık “Aylak Adam”dan mı başlarsınız, “Anayurt Oteli”nde mi konaklarsınız, “Canistan”a mı gidersiniz, yoksa “Bütün Öykülerini” mi dinlersiniz masal yerine!.. Sonrası siz “Sevgili Okur”a kalmış.
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (25 Ekim 2017)