Ahmet Ümit’in “Bir Ses Böler Geceyi” romanı beyazperdeye aktarılırken, Yusuf Çopur usta yazarla sinema ile edebiyat ilişkisini konuştu.
Ahmet Ümit ‘in aynı adlı romanından uyarlanan, Ersan Arsever’in senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı “Bir Ses Böler Geceyi” filminin çekimleri İstanbul’da devam ediyor. Usta Yazar Ahmet Ümit’le başrollerinde Cem Davran’ın yanı sıra genç oyunculardan Merve Dizdar, Gün Koper yer aldığı filmi, edebiyat ve sinema ilişkisini konuştuk.
20. Yüzyılın sanatı olarak sinema, kendine yeni anlatım biçimleri aradı ve kendisinden önce var olan edebiyatla iletişime geçti. Edebiyatla sinemanın bu ‘alışverişi’ hakkında neler düşünüyorsunuz?
Bütün sanatların anası olan edebiyat öteki sanat alanlarını her zaman etkilemiştir. Zamanımızın en gözde zanaat alanı olan sinemanın bunun dışında kalması düşünülemezdi. Sonuç olarak elinizde yazılı bir metin, yani senaryo ya da bir hikâye ya da bir tretman yoksa bir film de yok demektir. Senaryo, yönetmenin kutup yıldızı, pusulasıdır. Bu nedenle güçlü romanlar ya da güçlü hikâyeler her zaman sinemacıların ilgisini çekmiştir. Hem bir edebiyatçı hem de sinema tutkunu olarak bu iki farklı sanat türünün alışverişini doğal, hatta gerekli bulurum.
Jules Verne’nin Ayda Seyahat adlı romanının uyarlandığı 1902’den bu yana sinemada edebiyattan uyarlama filmlere çok sık rastlıyoruz. Çoğu zaman uyarlamaların edebî eserin ruhunu yansıtmadığı eleştirileri yapılır. Bir Sis Böler Geceyi adlı eseriniz için film teklifi geldiğinde böyle bir endişe ye kapıldınız mı?
Romanların filme uyarlanması demek, sizin eserinizin başka bir esere dönüşmesi demektir. Örneğin ben Bir Ses Böler Geceyi eserini bir roman olarak kaleme aldım, filmin yönetmeni Ersan Arsever Bir Ses Böler Geceyi romanını bir film olarak yeniden yaratıyor. Ortada birbirinden farklı iki sanat alanı, iki eser var. Dolayısıyla roman filme uyarlandığı vakit, sadece metne sadık kalmayı, filmi başarısı olarak yorumlamak yanlış olabilir. Elbette romanın özüne sadık kalırlarsa bu hoşuma gider. Ama iyi bir film olması için romandan uzaklaşıla da bilir. O nedenle Ersan Arsever, Bir Ses Böler Geceyi romanımı film yapma teklifiyle geldiğinde böyle bir endişe duymadım.
“Edebiyat sanat alışverişinde kazanan sinemadır”
Türk edebiyatında yapılan ilk uyarlama olan -Ahmet Fehim tarafından-( 1919) Hüseyin Rahmi’nin Mürebbiye adlı romanından bu güne yüzlerce eser sinemaya, diziye uyarlandı. Bu uyarlamaların edebiyatımıza bir katkı sağladığını düşünüyor musunuz?
Edebiyatımızdan çok sinemamıza katkı sağladığını düşünüyorum. Sinekli Bakkal, Yorgun Savaşçı, Çalı Kuşu, Anayurt Oteli, Yılanı Öldürseler, Gizli Yüz, Ağır Roman, İki Genç Kızın Romanı ve adını daha hatırlamadığım birçok uyarlama ülkemiz sinemasını zenginleştirmiştir. Ama sinemaya uyarlanan bu yapıtlar da söz konusu eserlerin daha çok tanınmasına yol açmıştır. Ayrıca nasıl ki edebiyat sinema sanatını zenginleştiriyorsa, sinemasal anlatım da biz yazarların üslubunu geliştirme de önemli katkılar sağlamıştır. Yani karşılıklı bir ilişkiden söz edilebilir. Ama sanırım asıl kazanan sinema sanatıdır.
Gerek oyuncuların seçiminde gerek mekân ve gerekse filmle ilgili diğer konularda sürecin içinde yer aldınız mı?
Bir Ses Böler Geceyi filmi yönetmenin yani Ersan Arsever’in filmi ama benden hangi konuda yardım istediyse mümkün olduğu kadar destek vermeye çalıştım. Dolayısıyla filmin senaryosundan, mekân seçimine kadar görüşlerimi söyledim. Ama o istediği için söyledim, yoksa karışmak aklımın ucundan geçmez.
Bir Ses Böler Geceyi kitabınızda, Türkiye’nin yakın tarihini, 12 Eylül Darbesi’nin öncesini, darbe dönemini ve sonrasını okuru kendine bağlayan bir anlatımla ele almıştınız. Bu eserin sinemaya uyarlanmasında yakın tarihte yaşananların altını bir kez daha çizme düşüncesi mi vardı?
Geçmişi bilmeyen, bugününü doğru analiz edemeyen, geleceği tasarlayamaz diye bir görüş vardır. Buna tümüyle katılıyorum. 12 Eylül öncesi, o dönem ve sonrası yeterince yazılmadı, filme çekilmedi, tartışılmadı. Oysa çök önemliydi. Çok önemliydi çünkü ülkemizin gelişimini önleyen darbe illetinin en katmerlilerinden biri 12 Eylül 1980’de başımıza musallat olmuştu. Ülkemiz demokrasisinin daha sağlıklı olabilmesi, demokrasi güçlerinin önlerindeki tuzaklara karşı daha uyanık davranabilmesi geçmişte yaşanan bu büyük olumsuzluğun ya da büyük utancın doğru dürüst irdelenmesiyle mümkündür.
“Politika ahlâkî bir probleme dönüştü”
O kadar eser yazıldı, film çekildi. O kadar canlar verildi, bedeller ödendi, nesiller tükendi. Eserlerinde bu canları, bedelleri, nesilleri konu eden bir edebiyatçı olarak sizce demokrasimizin darbelerle, faili meçhullerle, kanunsuzluklarla olan mücadelesinde hangi noktadayız?
Ne yazık ki yıllardın yaşananlar ve yaşanmakta olanlar sadece demokrasiyi güdük bırakmakla kalmadı, ahlaki olarak da toplumu zedeledi. Bugün ülkenin her yanından çürüme kokuları geliyor. Bu korkunç bir durum. Yani politika öyle rezil bir noktaya geldi ki, artık başlı başına ahlaki bir probleme dönüştü. Darbeler, güce tapınma ayinleriydi. Hakkın ortadan kalktığı vahşet dönemleriydi. Ne yazık ki güç bugün de hakkın ve haklının önünde dikiliyor. Ve ne yazık ki insanlar haklının yanında değil güçlünün yanında olmakta hiçbir sakınca görmüyorlar. İster militarist, ister sivil olsun güçlünün yanında yer alanları tarih hiçbir zaman affetmedi, bundan sonra da affetmeyecek. Biz sanatçılar olarak her zaman haklının yanında yer almayı erdem bildik ki doğrusu da budur. Bu doğruyu söylemek, yazmak, göstermek her zaman boynumuzun borcudur.
Ahmet Ümit okurları, kelimelerinizle, cümlelerinizle düşünüp, anlatımınızla, betimlemelerinizle zihninde canlandırdığı romanları sadece okumakla kalmıyor aynı zamanda yaşıyor. Bunda eserlerinizde kullandığınız sinemografik tekniklerin etkili olduğunu düşünüyorum. Sinemanın yazarlığınızla ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
Çok haklısınız, edebiyattan sonra en çok sevdiğim sanat alanı sinemadır. Romanlarımı yazarken kendi filmimi çekiyormuş duygusuna kapılırım. Bilgisayarım ekranı anında bir sinema sahnesine dönüşür ve ben yazdığım romanın bir izleyicisi olarak bulurum kendimi. Çok zevkli bir deneyimdir bu. Mekan tanımlamalarım, karakter yaratımlarım, diyaloglarım da bunlar açıkça görülebilir.
Son olarak aldığımız duyumlar yeni bir “İstanbul” romanının yolda olduğu yönünde? Bu sefer nasıl bir macera bekliyor okurlarınızı?
Aslında sadece İstanbul değil, Amasya, Manisa ve Edirne’yi de konu alan bir roman üzerinde çalışıyorum. İlgilenenler anlamıştır, bu şehirler Osmanlı İmparatorluğu için özel önemi olan yerlerdi. Elbette yine bir cinayet var. Bu cinayet bizi zaman dehlizlerinden, Osmanlı klasik çağına kadar götürecek. Çünkü günümüzde işlenen cinayet belki de geçmişteki büyük bir sırla alakalı. Valla ben yazarken, acayip eğleniyor, pek çok şey öğreniyorum, umarım bu duyguları okurlarım da hisseder.
Yusuf Çopur, TARAF GAZETESİ, Istanbul – 13.08.2011