Ahmet Ümit'in ilk kitabı yeniden
Yıl 1989. Bir matbaa. Adı Deniz. Genç bir devrimcinin ilk kitabının heyecanına şahit olur mürekkepli parmaklar. Dört gözle beklenen kitabın sıcaklığına boyanır kâğıt yüzlü duvarlar. Herkeste bir heyecan. Bir telaş. Kolay mı? Genç bir devrimci, hem de şair! Yavaşça alır kitabı. Donar bakışları. Hızlanır kalp atışları. “Bu kitap benim.” “Benim de bir kitabım var!” Tebrikler kabul edilir. İlk durak hayat arkadaşı. Paylaşmak hayatı ve ilk kitabın heyecanını. Anlatılmaz duygular… Daha kimseler duymamış yazarın adını… Yıllar sonra. Yeniden. Herkesin bildiği, tanıdığı, Türkiye’nin en çok okunan yazarlarından birinin imzasıyla raflarda o kitap. Sokağın Zulası. Ahmet Ümit’le ilk ve son (şimdilik) şiir kitabı Sokağın Zulası üzerine konuştuk.
Şiir yazmaya ilk ne zaman başladınız? Şiirin dünyanızdaki karşılığı nedir?
Şiirle aram her zaman iyi olmuştur. Yazarlığımdan önce de çok okurdum. Dönemin siyasi özelliklerinden olsa gerek genelde ideolojik okumalar yapıyordum. Ama Nazım Hikmet, Ahmet Arif her zaman okuduğum isimlerdi. 25 yaşımda parti tarafından görevli olarak Moskova’ya gönderildim. Heyecanlıydım. Korkuyordum. Korkum ülke sınırlarını geçince bitti. Moskova’ya inince de heyecanım. İnandığım Sosyalizm bu olamazdı. Her şey aynı, herkes aynı. Büyük bir hayal kırıklığı. Şiirler yazarken buldum kendimi. O zamanlar daha çok öykü yazıyordum. Didaktik öyküler. İstiyordum ki bir kitabım olsun. Bir kitaplık öyküm yoktu ama şiirlerim baya olmuştu. Dava arkadaşlarım bana rüşvet olsun diye (gülüyor) kitabımı yayınladılar.
Misyoner olarak gidip şair olarak mı döndünüz? (Gülüşmeler)
Ben kendime hiçbir zaman şair demedim. Bana şair denilmesini de istemedim. Çünkü şairlik, şiir üzerine yoğunlaşmak, gerek içerik gerekse biçim açısından şiirde uzmanlaşmaktır. Oysa benim metinlerimin çoğu romandır, öyküler, denemeler de var tabii ama başlı başına şiire yoğunlaşmak, şiirle yaşamak yok.
“Sokağın Zulası” ilk ve son şiir kitabınız.. Ne oldu da şiirden vazgeçip romana yöneldiniz?
Şiirden vazgeçtim denilemez. İyi bir şiir okuruyumdur. Romanlarımı yazmadan önce birçok şairden şiirler okurum. Şiir yazmak bambaşka bir şey. Çok çalkantılı dönemler yaşadım. Gaziantep, İstanbul, Moskova. Sanat. Çok farklı kültürler, çok farklı insanlar. Korkaklar, kahramanlar, dehalar, aptallar, fedakar olanlar, pür benciller… O insanlar ki, bana yaşamayı öğrettiler. Ve çok kısa zamanda yaşanan bu kadar yoğun bir hayatı belki de en iyi romanda anlatabileceğimi düşündüm.
“Bu kitap bir çığlık”
Şiirlerinizde içten içe bir çığlık var. Bir haykırış. Bir çırpınış. Nedir bu çığlığın, haykırışın, çırpınışın nedeni?
Çok güzel bir tespit. Bu kitap bir çığlık. Konuştuğum zaman kimse duymuyor. Duymuyorlar. Cinayet romanlarımı da bunun için yazıyorum. Ancak o zaman fark ediyorlar. Benim derdim insan. Sokağın Zulası’nda diyor ya “Gün gelir anımsar bizi sokaklar.” Biz sokaklardaydık. Aradan yıllar geçti. Seksen iki anayasası çıktığı zaman benim gibi düşünen bir avuç insan duvarlara “hayır” afişi yapıştırıyorduk. O zamanlar bedeli çok ağırdı. Yakalanırsan işkence kaçınılmazdı, ölmezsen ya da sakat kalmazsan en az beş yıl da hapis cezası vardı. 18 Yıl sonra Türkiye 82 Anayasası’nın faşist niteliğini fark etti. Önceden fark etmenin ve karşı çıkmanın bir tek ödülü vardır: Huzurlu uyumak. İnsanların fark etmediği ya da fark etmek istemediği gerçeklere sahip çıkanlara her zaman hayranlıkla bakmışımdır. Çünkü eğer tehlike varsa, insanlar genellikle uyku halini tercih eder. Gerçekleri duymamak konusunda inat ederler.
Hala duymuyorlar mı?
Hayır duymuyorlar. Duymazlar. Öyle geçer Tevrat’ta. Gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar. Belki de bu davranış iktidarlarla iyi geçinmek, hayatlarını kazasız belasız sürdümek isteğinden kaynaklanmaktadır.
İktidarlar? Biraz açar mısınız?
Sadece bugünki iktidar için söylemiyorum. İster sağdan olsun ister soldan. İktidarlar insanı değil günü kurtarmayı amaçlar. Günlük yaşarlar. Sanatçıyla, politikacı arasındaki yöntemsel çelişki de buradan kaynaklanır. Sanatçı kültürü oluşturmaya çalışır, eserleri daha uzun erimli dönüşümlerin yolunu açar, politikacı ise, anı, günü, seçimi kazanmaya çalışır. Bunun için de esner, gevşer, yumuşar, likit hale gelir. Bunda da bir sakınca görmeyebilir. Ama sanatçı ilkesel olmak zorundadır. Çünkü o yüzyıllarla konuşma yetisine sahip olmalıdır. Bu yüzden hangi iktidar olurlarsa olsun, onlara yakın olan sanatçıların ahlaki sorunları vardır.
1970’lerde şiir insanların etrafında toplandığı bir güce sahipti. Şiirin toplumsal hayata dinamik bir etkisi vardı. Günümüz için de aynı “güç”ten bahsedebilir miyiz?
Maalesef hayır. Hayat o kadar hızlı, insanlar o kadar bencil ki şiire yer yok hayatımızda. Şiir düşünmek demektir, beklemek demektir, durup hayatın sesini dinlemek, rengini görmeye çalışmak, gizlenmiş tadını hissetmek demektir. Hızla yaşanan zamanın şiire ve şiirselliğe o kadar uzak ki. “Kullan at” mantığıyla yaşayanlardan şiire ilgi beklemek ne kadar doğru bilmiyorum. Şiir kullanılıp atılacak bir şey değildir. Şiir, tekrar dönülecek, tekrar tekrar yaşanılacak bir duygudur. İyi şairler yok mu elbette var ama şiirin gücü maalesef tükendi, tükeniyor. Belki de tam bu noktada şiir yazmakta ısrar etmek gerek.
İlk şiirinizle son şiiriniz arasında dünyaya bakış açınızda nasıl değişmeler oldu?
İlk şiirim inadı, mücadeleyi, heyecanı, son şiirim yenilmiş olmanın erdemliğini, olgunluğunu ifade ediyor. Yenilmiş olmayı bir tür iktidardan uzak durmak diye de okuyabilirsiniz. Öte yandan, insan hayata karşında yenilmeye muhtaçtır. Sonuçta ölüm var. Ama bu gerçekliği kabul etmek sizi bilge yapabilir.
“Mutluluğumuz teknoloji olmamalı”
Birçok şiirinizde “makineleşen zamana ve insan”a dair sitem (kızgınlık mı deseydim) var. Moby Dıck şiirinizde “yeni tanrımız teknoloji baba” diyorsunuz. Bu teknolojik kuşatılmışlıktan kurtulmak, uzak durmak mümkün mü sizce?
Teknoloji bizi mutlak akla götürür. Çünkü makinaların ruhu yoktur. Mutlak akıl insanı mutlu etmez. Teknolojiyi bize hizmet etsin diye icat ettik. Ama bize hizmet etmesi gereken bu soğuk makinaları, bize emreden, bizi yönlendiren birer aygıt haline getirirsek, bu insanlığın sonu olur. Bu soğukluktan, bu kuşatılmışlıktan nasıl kurtuluruz? İnsan ruhuna, insan sıcaklığına sığınmakla. Ne kadar gelişmiş olursa olsun, hiçbir teknolojik aygıt bir insanın tebessümü etmez. İnsan ruhunun ihtiyacı teknoloji değil, sevgidir, merhamettir. Teknolojiyi kendi mutluluğumuz için kullanmayı becermeliyiz, teknoloji mutluluğun kendisi olamaz.
Sokağın Zulası’nda “keskin” bir söylem dikkati çekiyor. Yumuşak kalpli ama çatık kaşlı mısralar belli ediyor kendini. Ne dersiniz?
Yaşantılar, hayal kırıklıkları umutsuzluğa sebep olabiliyor. Yıllar önce insanlara çok güvenirdim. İnsanların kötü olabileceğine inanmazdım.
İnsanlara olan inancınızı mı kaybettiniz?
Kaybetmedim. Daha gerçekçiyim. Hamam böcekleri dünyayı kurtarmayacak. (Gülüşmeler) insana inanmak zorundayız. Zaman, insana ve hayata karşı sonsuz ve sınırsız güven duymaktansa, ihtiyatlı davranmayı öğretiyor insana.
Satırlarınız bir sinema filminin kareleri gibi canlanıyor okurun gözünde. Bitirince kitabı bir filmi izlemiş gibi oluyorsunuz. Suda yüzen bir yaprak, portakal renkli metallerin peşine takılan çocuklar, yağmurdan iki damla, kulaklara küpe…
Aslında romanlarımda da görsellik ağır basar. Bu nedenle olsa gerek sinemacı arkadaşlar sıklıkla romanlarımdan film yapmak için bana başvururlar. Şiirle sinema arasında da yakın bir bağ olduğunu düşünenlerdenim. Şiirde sözcüklerle oluşturduğumuz imgeyi, filmlerde fotoğraf kareleriyle oluştururuz. İkisinde de renkler, sesler, görüntüler başımızı döndürür. Hayatın gizli kalmış güzellikleriyle, acılarıyla, sevinçleriyle, umutlarıyla bizi buluşturur. O yüzden filmleri de şiirler kadar sever, romanlarımı besleyen kaynaklar haline getirmeye çalışırım.
Söyleşiyi Gerçekleştiren: Yusuf Çopur (11 Mart 2011)