Rotaları belli 500 milyardan fazla güneşin ve bir o kadar da gezegen ile en az onlar kadar uydunun yanında yörüngesiz bir başıboşlukla tehlike saçan sayısız ıvır zıvır göktaşından ibaret 700 milyardan fazla galaksi, günü gelip tek bir toz zerresine dönüştüğünde, bir vakitler Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez‘in Yüzyıllık Yalnızlık adlı Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş romanı hakkında bir hesaplaşma duygusuyla Türkiyeli edebiyat eleştirmeninin yazdığı bu yazı da yok olanlar arasındaki yerini alacak. Ve belki, bu yıkımdan kurtulmuş bazı bilinçlerin bulanık hatıraları arasında bir görünüp bir kaybolan melek gibi gerçeküstü kalacak.
İki tür edebiyat eleştirisi olduğunu düşünürüm: İlkinde eleştirmen okuduğu romanı, esere bağlı kalarak onun edebi türdeki yeri, yazılırken kullanılan kuramları, dili ve iklimi ile inceler. Eleştirinin sınırı, romanın ve türdeş olduğu diğer romanların sınırı kadar olur. Aslında edebiyat eleştirisi diye de buna denir. İkincisinde ise, bu kez ortada eleştirmen yoktur. Okuduğu romanı kendisinde yarattığı imgelerle yeniden biçimlendirip, ortaya o romanla harmanlanmış ve ondan apayrı başka bir metin çıkaran bir yazarla karşılaşır okur. Böyle bir yazıyı okumak, romana dair verilmiş dönem ödevleri için malzeme oluşturmaz. Okuyanı, romanın bilinmeyen yerlerine yolculuğa da çıkartmaz. Enikonu yazarın tatmininden başka faydası olmayan böylesi eleştiriler çoğunlukla vakit kaybıdır. Ve bu kayıp, tamamen romanı anlamak, ondan daha fazla tat almak ya da başka gerekçelerle oluşturulan bir çıkar ilişkisinin eksi hanesinde yazar. Böylesi bir eleştiriyi yazarın tatmininin yanında okurun tatmini olarak görenler ise her türlü bilinmeze, maceraya ve aldatılmaya peşinen evet demiş diğer tip okura göre daha cesur sayılır ki, hayat da tıpkı bu tür bir okurluğa benzediğinden kaybede kaybede kazanmayı öğrenenler, alacağını yine alır.
Edebiyat okuru olmak
Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı’nı ilk okuduğumda, beş-altı yıldır düzenli şekilde roman okuyan bir okur adayıydım ve Ankara’da üniversite öğrencisiydim. 2002 yılındaki ilk okumamda, edebiyat yazarlığına ilişkin karar sürecimi etkileyen bir sınavdan geçeceğim konusunda da fikir sahibi değildim. Marquez’in hikaye etme biçimini onu daha önce hiç okumama karşın çok iyi bildiğimi görmek, büyük bir şaşkınlığa sebep oldu. Yazmak için her ne kadar karşına çıkan sorunları aşmaya dönük bir inat gerekse de, okuduğun romanın alt metinlerini görmeye ilişkin bir X-ray bakış açısıyla donanmak, tamamen Tanrı’nın kozmik şakasıdır. Bir metnin nasıl inşa edildiğini, imgelemin nerede başlayıp nerede bittiğini, romana hız kazandıran itici motorların hangi bölüme konulduğuna dair mühendislik çabasını görmeye dair bir bakış açısı benim çalışarak kazandığım bir özellik olmadı hiç. Okur olmak için okuduğum ilk romandan itibaren bu durumu hep yaşadım ve insanların omuzlarındaki melekleri yada yanımızdan gelip geçen doğaüstü varlıkları görüp de, bunu söylemenin yol açacağı sorunları da görerek susanlar gibi sustum. Yüzyıllık Yalnızlık’ı da ilk kez okurken, Marquez’in kurgusal rotasını nasıl belirlediğine ilişkin onun beyninde geziniyormuşum hissine kapılmam bundandı. Kaldı ki onun Yüzyıllık Yalnızlık’ı dünyaya hayran bıraktıran ve adına Büyülü Gerçekçilik denilen türü, benim yine Ankara’da Çinçin’de yaşayan Kürt anneannemin hikaye etme biçiminin aynıydı.
O üslubu tanıyorum
Bazen hayat sana aşman gereken bir dağ dizisi gösterip, yola çıkman için de uçurumdan yuvarlar. Yazmaya ilişkin hikayem de bundan farklı değildi. Önümdeki dağ dizisinin adı Marquez oldu. İstanbul’da süren hayatımızın yaz tatillerinde gidilen Ankara’sında anneannemin Çinçin denilen ve Yüzyıllık Yalnızlık’ın geçtiği Mocondo’dan hiç farkı olmayan o yoksul semtinde Türkiye’deki tüm etnik kesimlerden insanlara ilişkin ‘abartılı’ hikayelerini dinlemek, Marquez ile tanışmadan çok önce onun üslubuna dair bende bir kulak aşinalığı yarattı. Anneannem Çinçin’de hemen herkesin sahip olduğu lakaplar arasında esmer olduğu için Kara Medine adıyla tanınırdı ve çocuklarıyla, biz torunları da ona bu namıyla hitap ederdik. O kavgası ve gürültüsü bol semtte çocuklarının başına bir şey gelecek diye ölesiye korkardı. Tüm sıkıntılı durumların dışında durmasını ustaca bilen ama iş tatlıya bağlandıktan ya da biteli yıllar olduktan sonra, hepimizin şahitliğinde gerçekleşen bu olayları rüyalar, mucizeler ve gerçeküstü müdahaleler ile yaşandığına bizi inandırmak için olayı bambaşka bir kalıba dökerek yeniden anlatırdı. Ve onun o ateşli anlatısını görenler bu esmer ve kısa boylu kadından çekinir ama iç dünyasına biraz girince, bunun bir Anadolu anlatıcısı olduğunu anlardı. Çünkü sadece Kara Medine’ye bahşedilmemiş bu anlatma yeteneği, anneannemin de ailesinden ve çevresinden süzdüğü bir üsluptan geliyordu. Yani ben henüz çocukken Anadolu’nun anlatı mirasını bunun ne olduğuna ilişkin bir fikrim olmadan kapıverdim. O sebeple de Marquez’in belki dünyaya bu hikaye daha hoş geleceği için yanlarında yetiştiği büyükannesinin anlatı özelliği ile Yüzyıllık Yalnızlığı yazdığını ifade etmesi bana garip gelmedi. Okurken de çoğu okurun kapıldığı o büyülü atmosferi zevk alarak yaşamanın yanında, edebi gözle bu mühendisini mükemmelleştiren imgesel vidaların nerede sıkıldığını, hangi anlatı kablosunun nereden geçtiğini tahlil ettim. Öte yandan Yüzyıllık Yalnızlık’tan sonra bu konuda daha aydınlanmış bir zihinle gördüm ki, Yaşar Kemal’in de roman dünyası yine Anadolu anlatısına dayandığı için özellikle romanlarındaki yaşlı karakterlerin hikaye etme formları Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı ile benzer. Burada Yaşar Kemal’in bir Marquez’e öykünmesinden ziyade birbirinin yaşıtı olan fakat yazarken birbirini okumamış bu iki devin, binlerce kilometre ötede aynı kaynaktan yani yerellikten beslendiğini söylemek gerek…
Kimler başaramadı
Başta ifade etmiştim, kimi edebiyat eleştirileri romanı incelemez. Ama bugün bir farklılık yapalım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı bu ay bir kez daha okudum. Mocondo’nun kuruluşundan itibaren muz ticaretinin başladığı döneme değin yani romanın ilk yarısı sayılacak Albay Aureliano Buendia’nın ölümüne değin geçen kısmı, aslında romanın özünü ve kendisini oluşturduğuna bir kez daha inandım. Romanların alt metinlerini okuyan X-ray ışınlarıma göre Marquez de pekala Yüzyıllık Yalnızlık’ın asıl olan kısmının bu olduğuna inanmış ve büyüklerinden dinlediği hikayeyi onların üslubunu kusura yer bırakmayacak bir işçilikle kağıda aktarabilmişti. Bunu yapabilmesi Marquez’i çağdaş dönemin en büyük klasiğinin yazarı olarak bir gün yok olacağından kuşku duymadığım tarihe silinmez şekilde kazırken, romanın ikinci bölümü ise ilk bölümün gücünden beslenir. Muz ticareti ile değişen Mocondo bölümleri ile Marquez’in okuru o ana değin büyüleyen üsluba işi bırakarak, romanı yokuş aşağı gitmenin kolaycılığına teslim ettiğini gördüm. Her ne kadar Ursula’nın ölümle bitmez tükenmez randevusunun anlatıldığı ve Buendia ailesinin hem ensest hem de karmaşık aşk ilişkilerinin Kolombiya’nın muhafazakar liberal çatışması ekseninde ele alındığı bölümler aslında edebiyat sanatının Everest’i değildir. En açık tabiri ile sonu Nobel Edebiyat Ödülü’ne varan dünya edebiyat tarihinin en biçimsel laf ebeliğinden ibarettir. Marquez’in ailesini anlattığı romanda bir şekilde Albay’ın hikayesinin ardından yaşananları ya tasvip etmediği ya da beğenmediği için üzerine çöken yavan havayı koklayabilmek için de yine Tanrı’nın (kıskanmayın ama) bana bahşettiği edebi burunla nefes almam yetiverdi. Fakat bu eleştirdiğimi dahi yapabilmek için romanın yayınlandığı 1968’den beri kimlerin helak olduğunun listesi yapılıverse, Marquez’in büyüklüğü bir kez daha taçlanır.
Kırmızı Pazartesi
Yüzyıllık Yalnızlık’tan tek başına söz etmek Marquez edebiyatına haksızlık etmek olur. Ben, edebiyat yollarında bana ışık tutanlara Büyük Öğretici Yazarlar sıfatını verdim. Cervantes, Dostoyevski, Marquez, Umberto Eco ve Yaşar Kemal‘i bu öğreticilerin değişmezleri saydım. Calvino‘dan Pamuk‘a, Adalet Ağaoğlu‘ndan Jhon Fowles‘e kadar da geniş bir liste yaptım. Ve bu yolda gördüm ki, Marquez edebiyatından söz edilecekse Yüzyıllık Yalnızlık onun güneşini gölgeleyen bir başıboş göktaşıdır. Marquez edebiyatının en çelik, hem diri ve en nitelikli halini yine Yüzyıllık Yalnızlık’ın o bitmez tükenmez iç savaş sonrası emekli maaşını bekleyen Albay Marquez’in hikayesinden çıkarttığı Albay’a Mektup Yazan Kimse Yok ile yine Yüzyıllık Yalnızlık’ın Mocondo’nun keşfedilişinden yoldan çıkışına değin işlenen cinayetleri anlattığı bölümlerden çıkarttığı Kırmızı Pazartesi‘den okumak gerek. Bu iki birbirinden ayrılmaz başyapıt arasında tercihim Kırmızı Pazartesi olur. Böylece Marquez’in ülke edebiyatında yer edinmek, satış yaparak para kazanmak ve dünya edebiyatına bu Latin anlatı biçimini tanıtmak için mühendislik çalışması yaptığı Yüzyıllık Yalnızlık’a kutsal kitap muamelesi yapmayarak, onun yazarlığını kutsayabilirim.
Profesyonel okumalar yapmanın acısı aranızda camdan bir duvar ve geri dönülmez zamanlar ve dil yarası olan aşkınıza kaçamak şekilde bakmak kadar büyüktür. Ama her şeye rağmen yine de heyecan verir. Ve Yüzyıllık Yalnızlık anlatı biçimselliğiyle Anadolu halk söyleminin kardeşidir. Biraz da böyle okumak ama mutlaka yazabilmek için mutlaka Marquez olmak lazım.
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (9 Şubat 2018)