“Ben yazarken kim yazıyor?”
Yüzleri gördüğümüzde, ne görüyoruz? Daha doğrusu, yüzlere baktığımızda neyi, neleri görmüyoruz? Al, bu söylediğimi anlayamayan Ayşe. Bu kahkahasını bastırmaya çalışan Ali. Boğazına kaya parçası gibi oturan öfkesinin kursağına itmeye çalışan Özgür bu. Peki. Bu kadar mı? Ya aynadan bakan yorgun ve huzursuz gözler? Uyuyan bir adamın yüzüne yerleşen o hırçın çocuk ifadesi?
Gördüğümüz ne? Göremediğimiz ne? Yüzlerin sakladığı, ifşa ettiği ne? Nerede yanıltıyor, nerede kendine kapatıyor bakışlarını? Ne zaman bir diğerinin yüzüne bakmaktan vazgeçiyoruz? Ezberlenmiş ifadelerin yavanlığı ne zaman bakışların derinliğini söndürüyor?
Bir yüz ne zaman olağanüstü yanlarını, keşfedilmeyi bekleyen gizlerini, bir ödül gibi usulca sunulan yakınlığını kaybediyor? Bakılmaya bakılmaya mı sıradanlaşıyor yüzler? Yoksa tam da bakışların kendisi mi sıradanlaşan?
“Ben sağduyunun yolundan çıkalı uzun zaman oldu ve pek çok doktor anlattıklarımı halüsinasyon olarak adlandırdı. Yine de bir çılgının aksine, olağanüstü şeyler görüyor olduğumun farkındayım, zaten bu sebeple de susuyorum. Akıl sağlığımın son ve yegâne kanıtı sessizliğimde yatıyor ve ona sıkı sıkıya bağlıyım.”
Yüzlerin iletişimi kesildiğinde, yüzlerin ardında konuşan kim? Örtülmüş aynaların yanından sessizce geçip içindeki öfkeyi, kırıklığı mumyalaşmış diğer yüzlere kusan kim? Yüzleri kaybettiğimizde kim konuşuyor kiminle?
“Kim, ne yaptığını biliyor ki? Kim, kendini ifade ederken ağzından çıkanı biliyor? Biz konuşurken içimizde kimler konuşuyor? Sen ki, yaşayanlara tavsiyelerde bulunan ölüler görüyorsun, kendinden şüphe etmelisin.”
***
Yüzlerin Ötesini Gören Adam’da stajyer bir gazeteci olarak karşımıza çıkan Augustin’in özel bir yeteneği var: kişilerin yanlarında taşıdıkları ölüleri görebiliyor. Bu ölülerin kişiyi nasıl değiştirdiğini, yoğurduğunu, yavaş yavaş kendi mezarına soktuğunu…
“Yaşayanlar kendilerini alacaklı sayıyorlar. Bazı yaşayanların ölüleriyle işleri asla bitmiyor.”
Augustin bir yandan parasızlıkla, bir yandan doğum lekesi gibi kendiyle taşıdığı yalnızlıkla ve “yetenekle” boğuşurken bir terör saldırısının ortasında kalıyor. Yaşadıkları sakin kasabayı bir dehşet ve nefret yumağına çeviren bu olay, Augustin’in hayatını da çok farklı bir kadere itiyor.
“Gidiyorlar, mutlular, başarı gösterdiklerine ikna oldular. Sorunları tek tek çözen ya da çözdüklerini sanan bu insanlara imreniyorum. Oysa ben, hayatımın bizzat oluşturduğu sorunu çözmeyi asla başaramayacağım.”
Eric-Emmanuel Schmitt’ın akıcı ve sıcak bir dille yazdığı roman bir noktadan sonra inanç-kötülük, Tanrı-kötülük ve dinler tartışmasına dönüşüyor. Ki kitabın gözümdeki olumsuz notu tam da bundan. Tanrı ve din elbette edebiyatın konusudur ama kuşkusuz tanrısı değildir. Edebi bir metinin tanrı-din sorunuyla bu yoğunlukta uğraşması doğrusu beni biraz… itiyor.
“İnsanları iyi tanıyor, çünkü hepsinin o yarattı. İnsanların çoğunun düşünmediğini, devinimi takip etmekle yetindiğini biliyor. Kafa yormak yerine aynı şeyi söyleyip duruyor. Cemaati sürü içgüdüleri yönetiyor. İnsanlık geviş getirerek ilerliyor. Tanrı’nın bununla ilgilenmesi gereksiz. O sadece küçük bir azınlığa hitap ediyor: Liderler kulübü.”
Bahadırhan Bozkurt’un temiz, akıcı bir dille çevirdiği Yüzlerin Ötesini Gören Adam birçok yönüyle ele alınabilecek, birçok soruyu rahminde taşıyan güzel bir roman. Karakterlerin zenginliği ve gizemi, dilin okurla araya mesafe koymayan aktarımı ve tabii kurgunun insanı aynaya yönelten yaratıcılığı Yüzlerin Ötesini Gören Adam’ı öne çıkarıyor.
“Bir şeyi bitirmek için yapma, yapmak için yap. İnsanlar geleceği işgal etmek için geberiyorlar ama şimdi için bir şey yapmıyorlar. Yaşamaya hazırlanıyorlar, yaşamaktan keyif almıyorlar. Yazını şimdi yazıyorsun, bitmiş olacağı zaman değil.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (20 Aralık 2018)