Menzilini yitiren yolcunun bir fenere ihtiyacı var mıdır? Ne iş görür ki elindeki o parıltılı nesne? Oysa bir pusulası olmalı insanın her daim yanında. Göz ışığı aralığında bakabileceği, belki de yer yer içine tutabileceği bir ayna gibidir o titreşen camlı göz!
Çağrısız düş gibidir yitirilenin ardına düşmek. Hele bu yol yön kaybıysa…
Bir insana gidiyorsanız eğer, her şeyinizle ona dönmeli, kendinizi vermelisiniz. Duygularınız, bakışınız, sezginiz, aklınızla varmalısınız ona.
Bir döküm ustası gibi kendi simyanızı yaratmalısınız. Çok nakışlı, tek imzalı, benzersizlik burcuna taşınanın alınlığına da şunu kaydetmeyi unutmamalısınız:
Sevdiğini ayda bir günden fazla ziyaret etme ve bunu arttırma. Hilâlin görülüşü ayda bir gündür, sonra gözler ona bakmaz olur. (Harirî)
Eğer yönsüzlük aklınızı başınızdan almışsa, hiçbir pusula size kâr etmez. “Diz döven, el dövdüğünün farkında değildir,” derler. Aptallar için söylenen ile budalalık için söyleneni aynı yerde anma derler bir de; sanırlar ki sen ikisine de meyillisin! Öyleyse, kendi yönünün yöncüsü olmak en iyisi.
Bunun için de üç yol vardır önünde; akıl yolu, duygu yolu, bilgi yolu. Birini diğerine yeğlemeden içinin sesine göre ilkini bulmalısın yürümek için. O, seni, ikincisinin menziline çıkaracaktır elbette. Orada gene üç yol çıkacaktır karşına; sabır, sezgi, sadakat. Burada da ilkini bulursan eğer, yeni bir menzilin yolunu tutacaksındır. Vardığın yerde üç pınar çıkar karşına; birinde susuzluğunu, diğerinde yorgunluğunu, üçüncüsünde de varacağın yolun sırrını öğreneceksindir.
İlk iki yolculuğunda öğrendiklerini hatırlaman, kendini sınaman için “sudan ömrüm” diyerek mesel anlatmalısın suya. Sesine, gözüne, diline ahenk veren bir ezgi gibi dudağından fısıldarcasına çıkmalı her bir sözün. Eğer, aşkın bendinden geçmişsen; bu, edanı kolaylaştırır. Her sözün can üflemesine dönüşür ki; bu da menzilini yitirenlere, yola yolcu olmak için çıkmanın manasını anlatır önce.
Bir heveskâr âşık olmaktansa, mum gibi yanan bir pervaneye dönmek yeğdir sözünü yaşama bendi olarak dillendirmek işte ona yakışır.
Şimdi, bil ki; sözün kavmine çadır kuran kimse; yersiz yurtsuzluğu cana od kılan da odur. Yalana yolcu olunmaz, kimse de yoldaşlık bağını ona teslim etmez.
Gene de, size, unutmadan bir mesel aktarayım dilerseniz:
Güzelliğin, ezelde tecelli edince aşk meydana geldi, bütün âlemi ateşlere yaktı.
Yüzün bir cilve etti, fakat meleklerde aşka kabiliyet görmeyince gayrete geldi, ateşin ta kendisi oldu, insanları tutuşturdu!
Akıl da o şuleden çırağ uyandırmak istedi ama şimşeği parladı, cihanı birbirine kattı, akıl mahrum kaldı gitti!
Başkaları huzur ve istirahat kur’asını çektiler, kısmetleri buymuş, bizim gamlı gönlümüz de gam ve cefa kur’asını çekti!
Kadri yüce can, çene çukurundaki kuyuya heveslendi de o büklüm büklüm saçlara yapıştı!
Hafız, neşeli gönlünün neşe ve huzur sebeplerini kalemiyle çizdiği gün, senin aşkınla şadolmak ümidinden de vazgeçti! (Hafız Divanı, Şirazî/ Abdülbaki Gölpınarlı)
Vazgeçerseniz bir daha menzilinizi bulamazsınız. Eğer göze alır giderseniz; yanmayı ve sadakati öğrenirsiniz. Tutku dediğiniz şey uçurumda açan çiçek gibidir; el değmez, gönül dokunmaz. Topraksız kök, yersiz yurtsuz insan gibidir.
Eğer bir “ev” yapayım dersen; önce birinin gönlüne yakın durmanın dilini öğreneceksin; sonra dilevini kurabilmek için seni menzillere taşıyacak yolculuklara çıkacaksın.
Vardığın yerden dönüşünde aklında ve gönlünde şu sözler birikmişse; ve oturup onları bir gonca gül için yazıyorsan, artık kendi menziline doğru da yol alıyorsun demektir:
Ya yurdumsun, ya da evim
Yol uzun.
Irmaklardan geçiyoruz hep. Pıtraklı patikalar çıkıyor karşımıza. Bulutlar yere değecek gibi. Havada bahar kokusu var. Puhu kuşu durmadan ötüyor. Bir gelincik sekerek geçiyor önünüzden. Bu iyiye işaret değildir derdi, büyükleriniz.
İnsanın açılan yarasının ancak doğduğu yerde iyileşebileceğini anlatmıştı bir hekim. Onun öğüdüne sadıksın şimdi.
Yoldasın. Irmakları geçmeye geldin, o patikalardan yürümeye. Dağa değil, bulut göğüne yakın olmak için tırmanıyorsun, çünkü bir menzili vardır her yaşamın. Bilirsen bunu, yüksünmeden yol alırsın. O çıkışlar sana yol arkadaşını taşır.
Bekliyorsun.
Eli eline değecek gibi. Uçurum kıyısındayken, tutuyor bir ânda seni. Sendelemeden çekip alıyor.
“İyi insan” demeye gerek yok, varlığıyla dokunuyor hayatına.
Gözleri, gamzesi ve gülüşlerindesin.
Ömre bedel.
Yol uzun. Hava pusarık. Çakal ulumaları geliyor her yandan.
Aldırmıyorsun.
Nasılsa eli elinde, ısısı bütün ömrüne yayılmışçasına…
Onun ırmaklarındasın şimdi, dönüşsüz olsun istiyorsun her şey aranızda. Seni yalnız bıraktığı zamanları siliyorsun aklından. İyi olanlar var çünkü aranızda. İnsan, bunlara tutunarak yaşamayı öğrenmeli. Ötesinin nasıl bir cenk olduğunu yinelemek niye?
Başını kaldırıp göğünü gördün. Bütün günahlarından arındırıyor seni onun varlığı.
Geçiyorsun patikalardan, geçiyorsunuz bulutlu göklerin altında.
Yol uzun.
Unutmuşsun bile yaranın sızısını. Gittiğin yerde her şey, onu hatırlatıyor sana. Dönüp bakmaya gerek duymuyorsun; hissediyorsun, onu, bir nefeste iyi bir hava gibi içinde taşıdığını.
Kederi gözlere bırakıp yazmak istiyorsun insanın insandan kopamayacağını.
Şirazî çıkıyor karşına, aklını çelmek değil derdi, anlıyorsun. Gene de ‘sana bir sözüm var’ dercesine kulağına fısıldıyor:
“Gönül, kirpiklerinin okundan kanlara bulandığı halde
yine kaşının yay odasına müştak.”
Dağılan günün ardındaydın sözcüklerinle. Çalpara bir duygu değildi seninkisi. Yitik cennetin ordularıyla beladaydı sözlerin.
Avuntu değildi gördüğün gözün söylediği, tuttuğun elin anlattığı.
Gidilen her yer vuslatın kapılarını kapar.
“Feleklerin gecesi,” deyip yazmana gerek yok. Bin Abdal davulu çalmaya da gönül verme.
Yol uzun.
‘Ya yurdum ol, ya da evim’ diyebileceğin birinin ummanında eyleşmek… Bir gözün yetmediğine ikincisinin faydasını düşünmek midir yoksa!
Bilemedin mi, anlatamadın mı yoksa?!
“Ezel sabahından ebed akşamının sonuna kadar dostluğumuz, sevgimiz bir aht üzere, bir karar üzereydi,” oysa.
Şimdi gidiyorsun, vuslatsız zamanlara salıyorsun beni.
Bil ki, yüzüm özleminle solacak.
“Menzilin yurdu yok. Herkes kendi yerinde yaratır bunu,” demişti karşına çıkan Derviş. Oysa ona ne yol sormuştun, ne de yurt.
Yeni bir patikaya girince, Şirazî’nin sözlerini hatırlamıştın yalnızca, Derviş’e bunu sorayım dedin, döndüğünde kaybolmuştu. Tutup hem aklına, hem de defterine yazdın yeniden:
“Bu diyarda şehriyarlar vardı; bu diyar, merhametli, muhabbetli kişilerin yurduydu. Merhamet ne vakit sona erdi, şehriyarlar ne oldular?”
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (17 Ocak 2017)