Beni sık sık Ingeborgh Bachmann’ın Malina romanına döndürenin ne olduğunu anlatacak değilim.
Şunu söyleyebilirim yalnızca; yaşantımın bazı dönemlerinde bana dokunan bir romandır Malina.
Böyle birçok romandan söz edebilirim duygu/düşünce dünyamı beslemiş, örselemiş olanlardan…
Şimdi ise Malina’nın zamanındayım; kim bilir kaçıncı kez dönüyorum ona, Bachmann’ı sorgulayarak okuyorum.
Çünkü anlattığı hikâyeye çok yakınım. Kişiler, olaylar çok tanıdık, duygular da öyle. Tek farklı olan zaman/mekân…
Uzun bir Doğu yolculuğundan sonra dönüp çalışmalarıma kendimi verince, olup biteni ötelemeye çalışmıştım.
Yazdığım mektupları göndermeyi bırakmış, hatırlatan filmleri izlemekten uzaklaşmıştım. Tek yapabildiğim yaşadığı sokaktan birkaç kez geçip gitme cesaretini gösterebilmekti!
Bir romanı yazılabilirdi bu hikâyenin. Goethe vari, “gönül yakınlıkları” denilerek başlanıp “Werther’in acıları” gibi de bitirilebilirdi.
Hayır! Bunu yapmaya hiç niyetim yok.
Malina’yı bir kez daha okumak istiyorum başka bir kıyıdan, kendi öykümü sırlı tutarak üstelik. Anlatılanın ruhuna inmek istiyor, kendi okuma labirentlerimde gezinmeyi düşünüyorum.
Çünkü bir imgeye tutunarak sevmenin, iki ara yerde kalmanın ne olabildiğini ancak yaşayanlar anlar.
Malina’nın hikâyesi buna dair bir öyküdür.
Benimkini anlatmayacağımı söylemiştim size sevgili okur.
Ama yer yer ona dönmeden edemeyeceğimi görüyorum! Nedenine gelince, yaşadığımız aşkı bir ütopyaya çeviren duygularımız kadar aklımızdır da.
Sevmek için gideriz.
İmge dediğimiz de bunu doğurandır. Ve bir “ülke” / “kara parçası”, “keşfedilmemiş kıta” gibi tasarlarız bunu.
Yaşatırken yaşarız. Oraya varmanın yollarını ararız. Bazen söze, bazen de eyleme sığınırız. Başkalarına açar konuşuruz. O ütopyanın kıyılarında gezinmeyi severiz. Varmaktansa, varmak için çıktığımız yolculuğun aurasına tutunuruz.
Düşlerde, düşüncelerde var ettiğimizi başka duygu dillerine çevirerek anlatmaya çalışırız.
Eğer vazgeçemediğiniz bir şeyse; mektup yazarsınız, ya da şiirlerle sırlayıp bir öyküye başlarsınız…
Ona ulaşabilmenin bir yolu olarak sözcükleri seçersiniz.
“Ateşler” ve “yangınlar”, “karasevdalar” üzerine yazılmış bütün metinleri hatırlarsınız.
Gene de, gelip, Dante’nin Yeni Hayat, Yourcenar’ın Ateşler metinleriyle baş başa kaldığınızda; kendi öykünüze dönersiniz kaçınılmaz olarak.
O birkaç dakikalık ânın büyüsü, yaktığın kadar yanarsın çığlığı alıp taşır sizi başka zamanlara.
Bir romanı roman dışına taşıyan da işte bu insana dokunmasıdır.
Hayat da öyledir…
Sevmek de…
Sonrasında ise, sesinizi çığlığa dönüştürmeden, ona, tıpkı Goethe gibi fısıldarsınız:
“Sizi seviyorum, ama bu sizi hiç ilgilendirmiyor.”
Şu bir gerçek ki; ânlar doğurur aşkı. Ve ânların alevine tutunarak sevme yolculuğuna çıkarız. Bütün varlığınız ayaklanmış bir orduya dönüşür, ve gözünüz hiçbir şeyi görmez.
Aşkı isyancı bir ordunun generaline benzetmezsem de; ama isyankâr duygularınız yoksa aşkı anlamak, anlamlandırmak, onunla ayaklanmak zordur.
Sızılı bir yolculuğa çıkacağınızı bilirsiniz. Gözü karalıkla ilgisi yoktur bunun. Her isyan yara da getirir, sevinç de. Çünkü aşk bir savaştır. Hele üçüncü bir cephe varsa aranızda…
İşte Malina biraz da budur.
Size sürekli savaşı öğretir. Bölünmeyi, yarılmayı, yabancılaşmayı, birisizliği, onmayan yaranın kanamasını…
Evet, aşk, Bachmann’ın deyimiyle; uygar dünyada kendinden kuşku duymaktır. Sevmenin de bir adaleti olduğuna inanmaktır. Ki, o yol da, sizi vicdan duygusunun arenasına çıkarır.
O Doğu yolculuğumda, bir kız meslek lisesinde gençlerle konuşurken; “ilk aşk”ın sarsıcılığını, menzilini anlatmış; aşkın sürekliliğinden söz etmiş; birbirinize sevdiğinizi söyleyin, aşka gidin zenginleşeceğinizi göreceksiniz demiş ardından da Neruda’nın şu dizelerini hatırlatmıştım onlara:
“Seviyorum susmanı, yokluk gibisin çünkü,
sesim sana varmadan işitiyorsun beni.
Havalanıyor gibi gözlerin yerlerinden
ve sanki bir öpüşle kapanmış ağzın yeni.
Benim ruhumla dolu bütün nesneler gibi
yine benim ruhumla yükselirsin her şeyden.
Ruhuma benziyorsun, düş kelebeğim benim,
karasevda sözüne benziyorsun tıpkı sen.” (Pablo Neruda/Sait Maden)
Bachmann’ın şu satırları arasında geziniyorum önce:
“İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içersinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte, ve aslında yaşanabiliyor da bunlarla…”
Bir ütopya kurmak için mi seviyoruz? Elbette ki hayır! Savaşlar, yıkımlar çağı bizi ütopyalara yöneltiyor, evet. Ama ben de Bachmann gibi düşünmekteyim yazarken de, severken de:
“Kitabı yazdığım sıralarda, bugün yayımlananların pek azını okumuştum, ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.”
Çünkü insanlar birbirlerini anlamadıkları sürece çatışma kaçınılmaz. Dilsizleşmenin, yabanlığın sürgünü de orada başlıyor. Sevmeyi öğretemediğimiz sürece terör, şiddet önce iki insan arasında başlıyor.
İşte Malina biraz da bunu anlatıyor bize. Bachmann adını da koyarak açıklıyor üstelik:
“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkide başlar… Ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır.”
Zaman zaman şunu da sorarım kendime; “aşk”, içinde yaşadığımız dünyanın kederi, alacakaranlığı, mutsuzluklarından kaçışın barınağı mıdır diye!?
Kendime yanıtım o kadar karamsar değildir gene de.
Hele hele gezip gören, okuyup yazan, sürekli sorgulayan anlamaya çalışan biri olarak…
Aşk, yenilenmektir. Her şeyden öte dünyanın bütün karamsarlığına karşı koyuş bilincini diri tutmaktır.
Kendiniz için severken başkaları için de sevdiğinizin farkında olmaktır. Zenginleşmektir ruhta, düşüncede… Özlemek, yenilenmek, özgürleşmektir.
Çünkü aşk, yaşamanın anlamıdır.
Mutlak aşk ise kendi varoluşunu anlamlandırmanın ütopik yolculuğudur…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (24 Ocak 2017)