Sema Kaygusuz’un 2009’da yayımlanan “Yüzünde Bir Yer” adlı romanı az alışılmış biçimde, yazarın önsözü ile başlar. Bu önsözü özel kılan; yazarın düşünce dünyasından, entelektüel birikiminden, otobiyografisinden bazı kesitler barındırması; belki de daha önemlisi bu önsözün romanın da edebi biyografisini oluşturuyor olmasıdır.
Bahsi geçen önsöz aynı zamanda, yapıta ilişkin düşünsel ön kurguyu da biçimlendirir ve böylece bir düşünce romanı olan yapıtı da beslemiş olur.
Romanın önsözündeki edebi biyografi, yazarın yaşamına ilişkin bilgiler sunarken bunun yanında asıl dikkat çeken nokta; yazarın hayatının kendisine kattıkları, bunu edebi ortamda nasıl dile döktüğü ve düşünsel tutumunu ortaya koyma biçimidir.
Romanın önsözü tarihsel olarak ne kadar gerçekse, yazar bu önsözde kendi insancı gerçekliğini ne ölçüde ifade ediyorsa, romanın tematik kurgusu da yazarın insancı gerçekliğini ve duruşunu o denli sürdürüyor. Romanda anlatıcı yazar önsözün düşünsel, yalın ve hümanist atmosferine denk düşen bir tematik kurguyu, imgesel, mitsel, estetik ve dilsel kurguyla bütünleştiriyor.
Önsözde ifade edilen gerçeklik, geçmişinde yaşadığı acı olayların mahcubiyetiyle bir yaşam kuran; yani bir anlamda hatıralarıyla yaşayan babaanne Bese’nin suskunluğunda şekillenir. Yaşadığı acıyı, eksilerek sağ kalmasının verdiği mahcubiyet içinde kimselere hikâyesini anlatamayan Bese yalnızca “bizi kestiler” sözünü söyleyiverir ve böylelikle anlatıcı yazar acısını bilmediği kıyımlardan, akrabalarından, insanlarından yani babaannesinin yüzündeki “o yerden” haberdar olur. O nedenle bu romanı suskunluğun romanı olarak da nitelendirebiliriz.
Bese’nin kimliğinden ve yitirilmişliklerinden dolayı yaşadığı suskunluğu çözen anlatıcı yazar, önsözünde düşünsel açıdan vurguladığı gibi romanda tematik kurguyu şu üslupla biçimlendirmiştir: Zulmedene, zulmünü anlatırken bir bakıma bunu zulmetmeden yapmış, zulmün dilini kullanmamıştır. Suskunluğu, mahcubiyeti, katili ya da mazlumu; kimseyi kahraman etmeden öyküselleştirmiştir. Öyküyü edebi adap ile kurgulayan yazar anlatıcı böylece estetik ve de etik olan bir anlatım diline erişmiştir, denebilir.
“Kurbanın suskunluğu, utancın da suskunluğudur” (Kaygusuz 2012, 9) diyen anlatıcı yazar, romanı tekil bir dille yaratmamış, ötekiliğin dilini reddederek, mağrurun ve mağdurun suskunluğunu eşit ölçüde utanca bağlamıştır.
Anlatıcı yazar, üsluptaki bu dengeyi kendi deyimiyle incir lisanıyla oluşturmuştur. Romandaki incir, şehvetiyle, doğada var olma gücüyle ve kendini yenilemesiyle öne çıkar, kadını simgeler. Kadın bir anlamda kendini ıssız dünyasında var eden, ıssızlığına rağmen yaşama ve yaratmaya ortak olan, doğa gibi kendini var eden ve var ettiğini sarmalayandır.
Kendisini ıssızlığıyla, dirimsel gücüyle var eden kadın; yani Bese ile anlatıcı yazar barışın ve birleştirmenin dilini arar. Keza yazar anlatıcının yarattığı dil romanda da belirtildiği gibi “incir lisanı”dır. İnci lisanı kadının, acının, suskunluğun bir o denli de hayata bağlılığın dilidir. Böyle bir dil ancak hem mağdurun hem de mağrurun tarihsel hafızasının tartışılmasına zemin hazırlayabilir.
Roman, içerik ve dokusuna uygun olan ve aynı zamanda tematik kurgusuna da eşlik eden, “Ah” ve “Tüh” bölümlerinden oluşsa da aslında bu iki bölümü birbirinden belirgin bir şekilde ayırmak doğru olmaz; zira ikinci bölümde, birinci bölümden kopuk yahut ayrıksı bir konu işlenmemiştir. Birinci bölümde suskunlukla üstü örtülmüş; gizlenmiş gerçeklerin farkındalığı ile yakınma varken; ikinci bölümde çaresizliğin verdiği bir inleme söz konusudur.
Yazar anlatıcı, suskunluk ve utancı incir, yani kadın lisanıyla anlatırken mağrur ve mağduru mitolojik dünyadaki figürlerle arar ve yaşanılan kıyımı, katliamı anlatmayı, mitoloji dünyasına taşır dolaylı bir hatırlatma yoluna başvurur; acıyı gündelik dilin anlatımından sıyırarak hikâyelerini edebiyatın ipeksi avucunun içine bırakır. Böylece tarihsel ve toplumsal yaşanmış bir olayı edebiyatın estetik ve kurgusal dünyasında işleyerek gündelik anlamların dışına çıkar ve edebiyatın anlam dünyasında biçimlendirir; dolayısıyla ölümsüzleştirir.
Romanda iyi ile inanılan iyi mitolojik figür Hızır örneğinde açımlanır. Yazar anlatıcının yarattığı yahut şekillendirdiği Hızır dikotomiktir; iyiliğinin yanında, bir adamın teknesini, çalınacağını öngördüğü için delip; batıran Hızır’dır yahut; küçük bir çocuğun, büyüdüğünde zalimin biri olacağını ilahi bir güç yardımıyla hissettiği için, onu katledendir. Dolayısıyla mutlak iyi ya da mutlak kötü yoktur.
Romanda yine tarihsel metinler yahut mitolojilerden alıntılanarak şekillendirilen ve Hızır ile bir araya getirilen Zulkarneyn figürü de insanları katleden; gittiği yere ölüm ve hastalık getiren zalim bir hükümdardır ve bununla birlikte romanda Hızır olacakken, ya da Hızır doğacakken; anne ve babasının uykuda kalmasına kurban olan, talihsiz ya da talihini Hızır’a kaptırmış, babasının daima kusur bulduğu bir dünya fatihi, babasının ve Hızır’ın ona verdiği bu aşağılanmışlık duygusu ile çareyi ölümsüzlük suyunu içmekte arayan ve mücadelesinin sonunda ölümsüzlüğü dahi Hızır’a kaptıran; Hızır artığı bir Zulkarneyn vardır.
Yazar anlatıcının bir araya getirdiği ve şekillendirerek aktardığı biri dünyasal gücü, diğeri kültürel değeri simgeleyen iki mitolojik figür, tıpkı incir ağacının hem öldüren yıkıcı; bir de doğuran, kendini var eden yapısıyla, tematik kurgunun terazi kefeleri olarak işlevselleşir.
Romanda, fotoğraf makinesi ve babaannesi Bese’nin hikâyesiyle karşımıza çıkan ve öteki benlik diye de adlandırabileceğimiz figür, bir o kadar kendi olan ve bir o kadar da kendinden ayrıksı iki kişilik gibidir. Bu yazar anlatıcı, bahsi geçen figüre kimi zaman serzenişte bulunurken kimi zaman ona sevgi ve şefkat ile yaklaşır. Kendi kendine (2. Tekil kişi ) “sen” diye seslenen yazar anlatıcı kimi zaman bu figürün nabzı olur, kimi zaman da hiçbir şeyi. Sen dediğinin yüzünde bir yer edinmek isteyen anlatıcı yazar, insanlık utancından mı yoksa; sen dediğini bir türlü içine sindiremediğinden mi; yahut onun içine sinemediğinden mi bilinmez ama bir türlü sen dediğinin yüzünün coğrafyasında bir yer edinemez ne yazık ki.
Anlatıcı yazar, diğerine “Uzak durarak dahil olmanın sırrına erişememiş birisin, ne yapsan ne etsen çiftleşemiyorsun dünyayla” (Kaygusuz 2012, 114) sözleriyle serzenişte bulunurken de, onun kendinde olanı var edemeyişinden yakınır ya da kendini yaşamın içine katamayışını eleştirir. Fakat kimi zaman da “Hiç olmazsa bir kerecik gözüm diye sev beni, alnında bir yere koysan billur cismimi, bir sürü çerçeveler bulsak seninle, yağmalamadan muhafaza etsek şeyleri, itham ve iltifat etmeden sonsuzluğunu bulsak saliselerin; alelade ya da özel, kaba ya da zarif bütün nitelikleri düzeltsek, baktığımız yerde göremediğimiz bir şey de olduğunu itiraf edip sussak birlikte ve bu ağzı sıkılıkla hiç övünmesek, ne güzel olurdu.” (Kaygusuz 2012, 115) sözleriyle onu içine alırken bir taraftan da onun içine girmek ister. Yazar anlatıcı suskunluğun dilinden yola çıkar ve birleşmenin diline varır ve bunu da incir lisanıyla yani; kadının diliyle yapar.
Roman uzlaşmanın dilini arar, bunu mitsel imgelerin gücüyle, iyiliğin ve kötülüğün göreceliğine vararak, suçlamaktan, düşman kabul etmekten ziyade anlamaya çalışmanın sırrını paylaşarak yapar.
Özge Sağın – edebiyathaber.net (30 Temmuz 2015)