Dalkavukluk mu Dediniz?
Ah, bunu bir yerden tanıyorum! Eğilip bükülmesi, kıvranıp durmasından. Sahi o yağlı saçlar, sarı dişler, ovuşturulan eller ne öyle? Bir dilenci edasıyla şapırdatılan dudaklarda eriyen sözler… İğretiliği, vasatlığı pazarlayan gülücükler…
Ah, nasıl da çoğaldı bunlar edebiyat, yayın, medya dünyasında. Eskiden hasım olarak çıkarlardı ortaya, birilerinin ceket cebinde mendil gibi. Şimdiyse uluorta geziniyorlar. Sahi, yeni bir meslek mi oldu bu da? Yoksa, dünyanın en eski mesleklerinden biriydi de haberimiz mi yok?!
Bağlılıklar/Bağımlılıklar…
Edebiyatımızın arka planı pek yazılmadı. Dedikodu düzeyinde değil de; gerçek kahramanların bağlılıkları/bağımlılıkları, hatta düşkünlükleri.
Yaşayanları bırakın, yitip gidenlerle ilgili de pek kayda geçen dişe dokunur bilgi yoktur bunlara dair.
Örneğin; Vedat Günyol’un bana anlattıklarını ya da ona dair tanıklığımı, Peride Celâl’in Nâzım Hikmet’e, Yakup Kadri’ye dair dile getirdiklerini yazmam mümkün mü? Peki, “olumsuz” bir Aziz Nesin portresini çizmek? Ara Güler’in şımarıklığından dem vurmak, Yaşar Kemal’in bir mizacını anlatmak…
Evet, diyeceksiniz ki; bunların onun yapıtına/yaratıcılığına katkısı ne?
Doğrudur; geçmişte, Zekeriya Sertel yakın dostu Nâzım Hikmet için “yıkanmayı sevmezdi” diye yazdı, başına gelmedik kalmadı!
Oysa, Hemingway’in maçoluğunu bilmeden, Saul Bellow’un kadın düşmanlığını tanımadan, T.S. Eliot’ın Yahudi karşıtlığını görmeden, Truman Capote’un eşcinselliğini fark etmeden yazdıklarını okumak birçok yanıyla eksik kalır gibime geliyor!
Manik depresifleri, şizofrenleri, eşcinselleri, obsesif kompulsif bozuklukları olanları, alkolizmin barınağında yaşayanları, oğlancıları, seks bağımlılarını, katilleri, kumarbazları, dolandırıcıları anlatsak acaba edebî çeşnimizin arka planı nasıl anlaşılırdı dersiniz?
“Değinmeyin efendim, bunlar ruhsal sorunlar,” deyip geçer miydik; yoksa, ayakkabı kutularındaki paralar gibi görmezden gelmenin yararına mı inanırdık?!
Ahlakçılık yapacak, ahlak bekçisi kesilecek değilim. Ama ne yalanlar gördüm, ne ikiyüzlülükler, riyakârlıklar…Ah, bu vak’aları anlatmak bana düşmez. Ama bir anlatan çıkarsa, vay haline bu edebiyat ortamının.
Evet, evet; “ruhsal bozukluk”tan söz ediyorum.
Bir zamanlar bunlardan birine, kendini “büyük şair” sanan bir zata bir iki söz ettim; bir avuç şair tayfası küreklere asıldılar. Hepsi özgürlükçüydü sözüm ona. Sonra, “Cumhuriyet vak’ası” geldi başıma.
Bir gün bu konuyu konuşmak üzere yüz yüze geldiğimizde İlhan Selçuk’a sormuştum:
“Biri size böyle bir şey yapsa ne yapardınız?
Susmuştu!
“Peki yanınızdaki eşinize, sevgilinize sarksaydı tavrınız ne olurdu?”
Gülümsemiş:
“Her mahallenin bir delisi olur canım,” diyerek geçiştirmiş; sözün üzerine odaya Yaşar Miraç girmişti. Sözün ucunu yakalamış mıydı bilemiyorum!
Şair tayfasına bu soruları sorma gereğini duymamıştım. Çünkü, bununla ilgili öyle çok ileti gelmişti ki o “şair”in vak’alarına ve yazdığım yazıya (“Saldırganlık, Salaklık, İroni”; Kasım 2006) dair. Tabii ki çoğu da kadınlardandı.
Yaratıcı çılgındır demek istemem. Ama bu “bi hâl olma” durumu çok da iç açıcı değil; yani kol kırılır yen içinde…bilmem siz ne dersiniz sevgili okurum?
Baştan Çıkanlar, Baştan Çıkaranlar
“Cemal’in en güzel şiirlerinden biridir. Benim için yazmıştı. Okuduğumda bir iki yerini düzeltmiştim. Benden sonraki bütün kadınlarına ‘bu şiiri senin için yazdım’ dediğini duymuştum. Cemal bu işte, kadınsız yapamazdı!”
Lamartine Caddesi’ndeki eve uğradığım bir gün anlatmıştı bunu bana Tomris Uyar. Ne çok şey konuşmuştuk onunla…Ülkü Tamer, Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever’e dair…
“İnsan sevdiği biri için de yazmalı canım,” demişti bir gün gene. Onunla bir kırgınlık sonrası yakınlaşıp dost olmuştuk. Bir öykücü üzerine yazdığım yazıya gönderme yaparak; “sevdiği için onu yeni zamanın gözdesi yapıyor” gibisinden bir değinisi vardı bir yazısında. Ben de tutup “Arka Balkondaki Öykücü” diye bir yazı yazmıştım yanıt babında. Sonra, bir gün, Erdal Öz yayınevinde bizi karşılaştırıp barıştırmıştı. Oradan Gazeteciler Cemiyeti’ne gidip uzunca söyleşmiştik. Buruk ve ezgindi. Ama edebiyatımızın gönülçelen dil ustalarından biriydi Tomris Uyar. Yazdıklarını okudukça ona daha çok yakınlaşıyordunuz. Tanıyınca da sizi yanıltmadığına sevinmeniz başka bir “ödül”dü sizin için. Keskin bir zeka, incelikli humour, kavrayıcı bir bakış…Kendinde olduğu ânlar alev ateşti her sözü.
Sait Faik’in Leylâ Erbil’e aşkını Oktay Akbal’dan dinlemiştim. Ahmed Arif’in karşılıksız aşkı bilinse de pek dillendirilmezdi. Bu yanımız tabudur, kimse yazmaz anlatmaz.
Aziz Nesin, Vakıf’taki konuk evinin duvarlarındaki fotoğraflara bakarak anlatmıştı bir gün aşklarını. Tahsin Saraç’ın dostluğundan söz ediyordu. Ama gözüme ilişen güzel kadın fotoğraflarını sorunca, Nâzım Hikmet’in Vera’sından başlamış, kendi aşklarına gelmişti.
Nice sonra, Büyükada’da Splendit Otel’de buluşup konuştuğumuz Yıldız Sertel’in anlattıklarıyla da örtüşen yanları vardı Nesin’in dillendirdiklerinin. Ve bunların hiçbiri yazılamadı ne yazık ki.
Zeyyat Selimoğlu’nun kadınsızlığı, Bilge Karasu’nun ikili “öteki” olma hali…Ve daha birçoğu…
Cinsellik, erotizm, aşklar ve sürüklenişler edebiyatımızda hâlâ tabudur. Bu hem yazılan metinlerde hem de yazarların dünyasında. Oysa biliriz ki, çoğunun birer “back street” (arka sokak) serüveni, “saklı hayat”ı vardır.
Attilâ İlhan’ın “hangi seks” merakı okurun/un da merakı olmuş mudur bilmem! Yazıda bu kadar cesur olan İlhan, özel hayatında sırdı/örtüktü. Ama dillendirilenlerden birer Marquis de Sade öyküsü çıkabilirdi!
Bilge Karasu’nun bu örtülü kimliği, ancak ölümü sonrasında dile getirilebildi. Mektuplarına, günlüğüne yansıyanlardan onu daha iyi anlayabildik.
Küçük İskender bu anlamda “devrim” yaratan, tabuları yıkandır. Murathan Mungan, Selim İleri ise çok sakınımlıdır. Bu konuda anket/soruşturma yapılsa ilginç verilerin ortaya çıkacağı kesindir. Birtakım yakıştırmalar da ortadan kalkar, ama edebiyatımızın üzerindeki bu örtüyü çekip almak cesaret ister elbette.
Lezbiyenlik, eşcinsellik, sevicilik, metres hayatı, çokeşlilik yaşayanlar…
Bir konuşmamızda Necati Cumalı çapkınlıklarını itiraf etmişti adeta, kimlere aşk şiirleri yazdığını; aşık oldukları aynı kadına şiirler yazdıkları kişinin sonunda ikisini de terk ettiğini anlatmıştı.
Çitin etrafında dolaşacağınıza bahçeye girsenize, diyebilirsiniz bana. Doğrusu edebiyat sosyolojisi açısından ilginç verileri çıkarabilecek bu konulara dedikodu düzeyinin ötesinde yaklaşmak gerek. Yaratma özgürlüğünün çıkış noktaları asıl buralardır. Çünkü nasıl yaşarsanız öyle yazarsınız.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (11 Mart 2014)