Zaman dokunuşları | Feridun Andaç

Nisan 9, 2019

Zaman dokunuşları | Feridun Andaç

Gözlerindeydi bakışlarım. Saklı duran söz gibiydi ışıltın. Renkten renge bürünen bir sessizlik… Varoluş dedikleri de bu olmalıydı. Uzak ve yakın olanı gösteren bir imgeydin belki de! Gene de bakınca sana, bir yerin bütün renklerini taşıyan bir yurt gibiydin bana.

Bir adım ötende, “Gözyaşları ve Azizler”i (Emile Michel Cioran) okurken, şu “parçalı denemeler”i yazmıştım:

Aşılmazlık

İnsanın varlığının sınırsızlığı…

Çünkü tamamlanmamışlık onun doğasında vardır. Gizil olan mıdır bu? Evet, bilinmezlik değil, saklı durarak ilerleyen… Belirsizlikler içeren yaşama yolculuğu bizi sürekli oraya taşır.

Bize an be an hatırlattığı şey, yaşama nedenimizin anlamıdır.

Öyleyse günü aşmaya, yaşadıklarına dokunmaya bak. Bir sese, bir ışığa, bir renge… Unutma ki sırlar insanı ayırır, yakınlaşıp dokunmak tümleştirir. Her şey önce insanın kendinden başlar.

Geçtim senin zamanlarından

Ötelerdesin. Bir zaman belirsizliği var aramızda. Oysa aklıma, ruhuma sinen varlığını taşırken her ânıma, flu görünen her şey bir ânda gerçeğe dönüşüyor.

Yaşanmışlık diyorum sonra… Düşte, düşüncede hissederek birlikte varoluş.

Şimdi, burada, seni çağrıştıran her şey o yan yana geliş ânlarını çoğaltıyor zihnimde. Salt dokunuşlar, öpüşler değil; aramızda edilen sözler, ortak düşler, yapılacaklar…

Ve insan ömrüne anlam katan her şey buluşturuyor bizi ortak zamanımızda. Sanki orada yaşamanın özlemi çoğaltıyor bizi.

Şimdi burada düşünürken seni bunu derinden hissediyorum.

Yoksun, ama varlığın öyle çok ki….

Bir çizginin ardında

Sanırım düşe gelen sözün ardındayım.

Uyanış demeli buna. İmge yordamını var eden… Gözün gördüğünü resmedebilme tutkusunu ona taşıyan kalemlerle bir ömür boyu sürecek yolculuğun düşsel uyanışı…

Her gün ama… güne başlarken ki ilk dokunuş… Sonra kâğıdın çağırışı, biriken sözün uçlanan zamanlarına dönük yolculuklar…

Şimdi renklerdeki bakışın izindeyim.

Kesişmeler

Göz ağrısı gibi bulutlanan zamandayım. Kendini yazmak değil, anlamak yolunun patikasındayım. Orada her türlü karşılaşmaya hazırım. Biliyorum ki; sesimdeki acımsılığı alacak bir duygudayım. Yola düşerken sezinlediğim, o sesin bana ulaştırdığı tını; belki de aramızdaki dokunuşların çağrısıydı.

Arzunun kanatlarındaydık ikimiz de. Yalınkılıç açmıştık bedenlerimizi birbirimize. Binlerce yılın arzusuyla kucaklaşmaya hazırdık.

İmkânsızın kapılarından da geçmiştik.

Sonra aramızda sessizleşen bir zaman vardı. Anlamak yerine evecen bakışın isteği gölge gibiydi. Kaçışın dilini yaratan da buydu işte.

Birbirini kıyısız bırakma serüveni de işte oradan başlıyordu.

Burculanan zaman dediğim de buydu. Susan ses, konuşan uzaklık.

Belki de zamane buluşmalarının rengi de orada. İnsanın iç göçü de işte o ân başlıyor. Zamansızlaştırınca kendinizi. Yerçekimsiz bir hale bürünüyorsunuz.

Karmakarışık

Bir debdebe gibi gelir ilkten. Sis bulutunu andırır. Ardından o grilik kalkınca, her şey netleşince de; beliren biçimler, renkler bir çeşitlilik olarak durur karşımızda.

Gene de o karışıklık, çeşitlilik aklı bulandıran bir şey. Onca renk, biçim karmaşası, adlandırmaları  zorlaştıran, hatta kavrayışı zorlayan… Ama düz, sıradan, yalınkat olmayan bir yoğunluk bilince iyi geliyor. Tıpkı gözlerinin duruluğu gibi.

Duyumların sesi, rengi

Algılarımız yönlendiricidir her zaman. Sese ve renge dönüktür sürekli bakışımız. Bir sokağı, yeri adımladığımızda zihnimiz bir düşten düşünceden yana olsa da; gözümüze ilişen her bir ışığın duyumuyla gelip bulur bizi bir ses, bir renk ağışması…

Öyleyse; yaşadığımız, hissettiğimiz gibi yazarız. Bunun kapılarını bize açan ise kavrayış bilincimiz. Ve elbette ki o buluşmaları akkora dönüştüren hayalgücümüz.

***

Sonra, çıkıp gözlerinden uzaklaştım sözcüklerimi parmak uçlarına bırakarak. Hangi söz sana iyi gelecek onu düşündüm.

Söz söze durduğumuz dostum anlatıyordu, geçmiş zamanın izlerinde gezindik onunla bir süre. Anlattığı  anekdotu bir şarkıya bağlamıştı:

Bu imtidâd-ı cevre-ki bahtın şitâbı var.
Mihnet-medâr olan feleğe intisâbı var.
Eyler nesîm-i subhu bize gird-bâd-ı gam.
Bu rûzgâr-ı bî mededin inkılâbı var
. (*)

Nedim

1926 İzmir Suikastı yargılamalarında idama mahkûm edilen İttihat ve Terakki’nin ünlü siması Doktor Nâzım’ın yargılama sırasında “son sözünüz”e yanıtı şöyledir:

“Gidin Paşa’ya söyleyin: Bu rûzgâr-ı bî mededin inkılâbı var.”

Bunun öyküsünü Alâeddin Yavaşça’dan dinleyen dostumun hatırlattıkları beni sözün ve ezginin zaman dokunuşlarına döndürdü bir ânda.

Dönüp Doktor Nâzım’ın yaşamına dair okumalara verince kendimi, karşımda, aynı akıbete uğrayan  Cavid Bey gibi bir roman kahramanının durduğunu gördüm demeliyim.

Bence günümüz yazarının yakın tarihe dönmesi, olup bitenlerin öyküsü üzerine düşünüp yazması kaçınılmaz.

(*) Bu zulmün uzamasına karşı bahtın sabırsızlığı var.
Cefa çektiren feleğe karşı koyuşu var.
Sabah meltemi bizi gam rüzgârına sevkeder.
Medetsiz bırakan bu devrin de tersine dönmesi var.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (9 Nisan 2019)

Yorum yapın