Khalil Alrez’in kaleme aldığı Şam’ın Uykusuz Zürafası, savaşın harap ettiği Şam’da, bir hayvanat bahçesinde geçen bir dostluğun öyküsünü konu alıyor. Romanda, görünürde bir zürafa ile bir adamın dostluğu üzerinden, bireyin geçmişle hesaplaşması, insanın doğayla ve hayvanlarla kurduğu bağlar gibi çok katmanlı temaları işleyen bir hikâye okuyoruz. Görünüşte pastoral bir öykü gibi başlayan anlatı, kısa sürede hem bireysel hem de toplumsal bir travmanın metaforu hâline dönüşüyor. Eserdeki zürafa hem karakter hem de imgeler dünyasında merkezi bir figür olarak karşımızda duruyor; zürafa roman boyunca sadece bir hayvan değil, aynı zamanda bir ayna işlevi görüyor. Hem anlatıcının hem de okuyucunun iç dünyasını yansıtan bir varlık.
Romanın başkahramanı ismi verilmeyen anlatıcı, savaşın gürültüsü ve geçmişin ağırlığı arasında, sükuneti yalnızca zürafayla bulur. Roman, anlatıcının Rus Mahallesi’ndeki bir hayvanat bahçesinde, savaşın ortasında bir zürafayla geçirdiği zamanları merkeze alır. Hikâye, doğrusal bir kronoloji izlemektense, anımsamalarla, duygusal ve zihinsel çağrışımlarla örülü bir yapıya sahip. Anlatıcının geçmişi, Moskova’da geçen zamanları, Nonna ile olan ilişkisi, Petrovna ve Viktor İvaniç gibi karakterlerle yaşadıkları, bu akış içinde katman katman açılır.
Zürafa ve anlatıcının ilişkisi hem fiziksel hem de duygusal olarak dokunaklıdır. Zürafa, anlatıcının yıkılmış iç dünyasına bir sığınak işlevi görür:
“Zürafa düşündüğü, aradığı ve kendisine kulak kesildiği şeyleri her halükârda bende bulduğunu her zaman hissettiriyordu bana.” S.10
Sessizlik içinde kurulan bu bağ, kelimelerle kurulamayacak kadar içten ve güçlü olduğunu bize sezdiriyor. Zürafanın anlatıcının varlığından duyduğu huzur, onun savaş sonrası travmatik yalnızlığını hafifletmektedir.
Zürafa uykusuzdur ancak hiçbir zaman esnemez. Uyuyamayan zürafa, yalnızca fiziksel bir durumu değil, aynı zamanda geçmişten taşınan bir korkunun, travmanın izini taşır:
“Nonna zürafanın esnemediğini fark etti. (…) Zürafa ise hâlâ olduğu yerdeydi, ne uyukluyordu ne de esniyordu.” S.20
Zürafanın uykusuzluğu, onun bilinçdışı bir korkuyla –muhtemelen atalarından miras kalan aslan korkusuyla– bağlantılıdır. Bu da savaşın ve korkunun nesilden nesle nasıl aktarıldığına dair güçlü bir imgedir. Alrez burada genetik hafızayla kolektif travma arasında bir bağ kurar.
Hayvanat bahçesi adeta “dış dünyanın” travmalarına karşı direnen bir iç sığınaktır. Kitap boyunca zürafanın uykusuzluğu, aslan korkusu, akasya ağaçlarına duyduğu özlem ve sonunda televizyonla kurduğu ilişki, geçmişten gelen genetik hafızanın, insanın da taşıdığı bilinçdışı korkularla paralel ilerlediğini gösterir.
Zürafanın televizyon ekranında ormanları görmeye başlamasıyla gelişen sahneler, karakterlerin zihinsel aydınlanmalarıyla eşzamanlı ilerler. Kör olduğu ortaya çıkan zürafanın ekrana dikkat kesilmesi ise romanın en metaforik anlarından biridir. Görmeyen bir varlığın “görüyor gibi” davranması, bireyin gerçekle kurduğu karmaşık ilişkiyi, inanç ve tasavvuru sembolize eder.
Anlatıcı ve Nonna, bir noktada zürafanın “korkularının kaynağını anlaması” için ona orman görüntüleri izletmeye çalışır:
“Zürafa âmâdır,” dedi Viktor İvaniç. “Geçirdiği bir hastalıktan sonra gözlerini kaybetti ve artık sirk için elverişli değildi, sirk sahipleri de onu bize hediye ettiler yıllar önce.” S.33
Kör bir zürafaya orman göstermek, savaşla harap olmuş bir topluma huzur vaat etmek kadar iyimser bir yaklaşımdır. Ancak Alrez bu naifliği bir umut, bir inanç biçimi olarak işler. Kör de olsa zürafa ekranın karşısında durur ve tepki verir. Gerçek görme fiziksel değildir, içsel bir sezgi meselesidir. Tıpkı travma gibi, görünmeyen ama hissedilen bir şeydir.
Şam’ın Uykusuz Zürafası, savaşın yıkıcılığına karşı direnen bir dostluk hikâyesi değildir sadece; aynı zamanda geçmişle hesaplaşmanın, şefkatin ve anlam arayışının hikâyesi. Alrez, hayvanat bahçesini bir mikro evren gibi kurar; burada insanlar, hayvanlar ve doğa, medeniyetin çöküşünden arta kalan en değerli şeyi, yani merhameti paylaşırlar.
Romanın gösterdiği diğer kıymetli bir şey de bir hayvan figürü üzerinden insan ruhunun katmanlarını çözümleyebilme çabası. Zürafa, tıpkı Nonna gibi, anlatıcının kayıp parçalarını birleştirmeye çalışan birer simgedir. Sonunda, körlüğü bile sorgulayan, gerçeklikten çok inanç ve duygu üzerinden ilerleyen bu hikâye, okuyucusuna şu soruyu sordurur: “Görmek mi önemlidir, hissetmek mi?”