“Ve zaman da tıpkı sevgi gibi bölünemez ve ölçülemez değil midir?”
Zamanı satın almak için değil mi gösterilen bunca çaba… Üstelik bu takasta para da geçerli değil! Elimizde zamana sahip olmak için alım gücü olan tek değer var: Sanat…
İnsanlık tarihinin en büyük sorunsalıdır zaman. Onu alt etmek en önemli amaçlarından biridir vakti kısıtlı insanoğlunun. Zamanı avcunun içine almak, ele geçirmek ve nihayetinde ona hükmetmek… Zamana sahip olarak ölüme meydan okumak…
Zamanı algıladığımızı düşünürüz. Doğan güne, saatin rakamlarına, yüzümüzdeki çizgilere bakar ve “Zaman geçip gidiyor!” deriz. Oysa algıladığımız zaman mıdır yoksa güneşin yeri mi? O sadece değişim midir; göremediğimiz, dokunamadığımız, tutunamadığımız…
“…eserimi tamamlayacak vakit bulabilirsem, her şeyden önce insanları birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekânda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış, bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim kesinlikle, çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.” Marcel Proust
Birçok edebiyat eserinde zaman ve mekân, anlatının ana temasını oluşturur. “Kayıp Zamanın İzinde”, dünya edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Marcel Proust tarafından on dört yılda yazılmış bir zaman anlatısıdır ve mekân karşısında zamanın üstünlüğü üzerine kurgulanmıştır. Bu büyük anlatının diğer ucunda ise zamansız ve mekânsız bir anlatı dili kurgulayan Samuel Beckett’in eserleri, özellikle “Üçleme (Malloy/Malone Ölüyor/ Adlandırılamayan)” ve “Godot’yu Beklerken” yer alır.
“Şimdi nereye? Şimdi kim? Şimdi ne zaman? Burada günler yok. Burada her şey berrak. Hayır, her şey berrak değil. Ama konuşma devam etmeli… art arda sıralanıyor saniyeler, akıp gidiyorlar, birbiri ardından, sarsılarak, akmıyor zaman, geçmiyor saniyeler, geliyorlar, dan, dan kafanıza vuruyorlar, dan, dan, sıçrıyorlar, düşüyorlar, kımıldamadan kalıyorlar oldukları yerde…” Samuel Beckett
Felsefe ve bilim tarihine baktığımızda bu tartışmanın çok daha genişlediğini ve çeşitlendiğini görürüz. Aristotales’e göre zaman, devinimdir. Kant’ın eleştirel felsefesinde ise zihnin dış dünyayı düzenleme aracı olarak kabul edilir; fiziksel değil, zihinsel bir gerçekliktir. Newton mutlak bir zaman ve mekânın varlığını kabul ederken, Leibniz göreceli olduğunu ileri sürer. Modern fizik için mutlak değil, algıda yer alan zaman kavramı vardır; hız ile arasında bağlantı kurar. Bu teziyle de klasik fiziğin “büyük anlatısı”nı yıkar.
“Var”lığını ve “ne”liğini henüz cevaplayamadığımız bir soru olmaya devam eder zaman. Augustinus’un “Peki o halde zaman ne? Hiç kimse bana sormazsa biliyorum ama biri sorduğunda ve ben soran kişiye açıklamak istersem bilmiyorum.” sözü, bu açmazı en iyi anlatan tanımdır belki de.
Hız Çağı olarak da adlandırdığımız günümüz dünyasına ait bir ölçü biriminden daha bahsedebiliriz sanırım: Hayatın ritmi… Mektupla iletişim dönemindeki hız ile internet çağının hızı aynı değil. Sanal ortamlarda aynı anda birkaç yerde var olabilmemiz, daha kopyamız çıkarılmadan çoklu kişilik oluşturmamıza neden oldu. Bireysel uğraş ve zevk alanlarımızın artması, günün temposuna uygun şekilde çoğalan işlerimizi yetiştirme telaşı da tüm bunlara eklenince, vakitler yetmez oldu hiçbir şeye. Fiziksel zaman artık yok bizim için. Zaman, bize değmeden yanımızdan teğet geçen bir olgu… Ele geçirilemez, hissedilemez… Bize ait olmayan…
Bir girdaba kapıldık, dönüyoruz durmadan. Bu hız sarmalında benliğimiz ile ben algımız ayrışmaya başladı. Uzaklaşıyoruz kendimizden. Yabancılaşıyoruz aslımıza. Kendimize kavuşmak adına yavaşlamak istiyoruz. Ama bir sorun var: Fren artık ayaklarımızın altında değil ve nerede olduğu hakkında da hiçbir fikrimiz yok. Bu sürati kesecek bir şeye ihtiyacımız var. “Kim” olduğumuzu hatırlatacak… İnsani yanımızı bize geri verecek… Zamana tutunmamızı sağlayacak…
Zaman algımızı düzenleyebilecek en önemli alan, edebiyat. An’a tutunmamızı sağlayacak şey ise; okumak.
Okumak, kişiye ait bir dünya kurar. Orada zaman akmaz; okuru sarmalar ve usulca ileriye doğru taşır. Anlatının derinliklerinde kaybolan kişinin yanından geçip gidemez artık. Kişi zamanın içindedir ve zaman da kişinin içinde… Her hücresiyle “an”ı hisseder. Ve zaman yavaşlar.
Okuyan kişi beyaz sayfalara ve harflere baktığını zanneder. Aslında baktığı yer kendi içini, düşüncelerini, bilinçaltının derinliklerini, en gizli duygularını yansıtan bir aynadır. Benliğinde var olan ama çoğu kez unuttuğu bir gizli bahçedir gördüğü yer. İşte kendi varlığının farkına varan okur zamanda ve mekânda sabitlenir. İki ayağının üzerinde durur. Durur… Zaman da buna boyun eğer ve yavaşlar.
Okumak, bir yolculuktur. Okuma koltuğumuzda hiç hareket etmeden hem de… Yıllar ve yollar ötesine doğru… Tarihsel ya da kişisel zamanda… “Zaman yolculuğu”dur bunun adı ve kitabı kapattığımızda geri döneriz koltuğumuza. Daha olgun, daha yetkin olarak… Zaman sabit kalmış, biz yılları aşmışızdır.
Okumak, şimdiki zamanı geçmiş ve gelecek zamanla birleştirerek ona süreklilik kazandırır. Bu devamlılık, insanın kendisini boşlukta asılı hissetmesine karşı en güçlü panzehirdir. Ayaklarının altına bir zemin verir, yere sağlam basmasını sağlar. Ve zaman yavaşlar…
Hız çağındayız. Zaman akıp gidiyor. Hiçbir şeye yetişemiyoruz.
Hayatın kayıp gitmesine değil, her hücremizle yaşamı hissetmeye ihtiyacımız var.
O zaman, zamanın geçiciliğine yenilmemek adına, ruhumuzun rotasını kitaplara çevirmenin vakti değil mi sizce de?
“Ölçüsüz ve ölçülemeyen zamanı ölçebileceksiniz
Davranışlarınızı ayarlayacak, ve hatta ruhunuzun rotasını
saatlere ve mevsimlere göre yönlendirebileceksiniz.
Zamanı, kıyısında oturup akışını izleyeceğiniz
bir nehir haline döndüreceksiniz.” Halil Cibran
Pınar K. Üretmen –