Geçtiğimiz aylarda gizemli bir kapak tasarımıyla çıkan kitap, yazarın sekizinci kitabı. Öykülerinde doğduğu toprakları bize koklatan Fadime Uslu, 1978 Adana doğumlu. Yedi çocuklu bir ailenin son evladı olarak dünyaya gelir, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nden sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde sınıf öğretmenliği eğitimini tamamlar.
Uslu, yazarlık yaşamının başlarında bir yandan öyküler yazarken beri yandan da editörlük ve yayın yönetmenliği yapar. İlk öyküsü 2008 yılında Sözcükler dergisinde çıkar. Bu, yazarın öykü dalına bırakmamacasına tutunuşudur. Övünür bununla. Bugün, çeşitli gazete ve dergilerde öykü ve kitap inceleme yazılarını devam ettirmektedir. Öykü Atölyesi yönetmektedir.
İlk kitabı Büyük Kızlar Ağlamaz 2010 yılında, ertesi yıl da bir çocuk kitabı olan Sokağın Kuyruğu ( 2011) yayımlanır. Gölgede Yaşamak adlı kitabıyla Yunus Nadi ödülünü alır (2011). Sonra, Yaz Korkuları (2014) ve Yüzen Fazlalıklar (2016) gelir. Çat Kapı Dayım (2012) , Kaçak Kahramanlar (2014) adlı çocuk romanlarıyla da dikkati çeker. Uslu, “Yazmak zamanla yaşamsal bir tutku oldu benim için” der ve bu tutkusunu Ay Eskir Gün Işırken (Can Yayınları, 136 sayfa) adlı kitabıyla doruğa taşır.
Öykülerinde müzik çok değerlidir. Bir dinlenen müzik; bununla atmosfer ve mekânın ruhunu yaratır, bir de dilde müzik vardır. Yazarı özgün kılan öğelerden birisidir bu. Müzik hep kulaklarımızdadır.
Kitaptaki öykülerin adları da okurda merak uyandıracak denli ilginçtir.
Onun için; doğa, müzik, hayvanlar birer habitattır. Yaşam her köşesinden müziğin geldiği bir orman gibidir. Keşfedilmemiş/yazılmamış pek çok gizemi içinde taşır öyküler yine de bir ipucu verir çıkış yolu için. Geçmişe özenme, sahiplenme; bir yakınma olmayıp küçüklü büyüklü anıların kaybolmasına gönül indirmeyişindendir.
Uslu, kitap boyunca farklı kurgu tekniklerini öykülerinin vazgeçilmezi yapar. Anlatılmamış olana, söylenmemiş ve söylenemeyeceklere uzanıp onları görünür kılar. Karakterlere sorular sordurarak doğruyu bulmayı yeğler. “Cesaretin canla sınandığına” örnekler verir (Soylu Bir Acımız Olsaydı Bizim de), güç ve zorluklar karşısında eğilmemeyi öğütler gibidir: ”Anneannen dimdik bir kadındı, dedi, ayakta nasıl durmamız gerektiğini o öğretti bize. ……. Ama teyzem ağlamazdı; dik durma uğruna tek damla gözyaşı akıtmazdı ” (Gölge Ufku). Bir sarmalın içinde olduğumuzu hemen kapakta görürüz, kuşun hafifliğinde bir yaşam ve bir fark oluşturmaktır kaygısı
Yazarın bu kitabında ironi ve mizah unsurunu biraz daha öne çıkardığını bunun da öykülerin boyutlanmasına ve çiçeklenmesine neden olduğunu söyleyebilirim. Diğer kitaplardan farklı olarak lirik betimlemeler, heyecan, sürprizler daha çok göze çarpar.
“Bu topladıklarımız atkestanesiyse kedi, köpek, güvercin… Yani öbür hayvanların da kestanesi var mı?” (Gezintiler)
“Haciz memurları gittikten sonra ona kalanlarla yaşıyor gibiydi.” (Gölge Ufku)
“O sırada incir dalında uyuyan köy tavuğu patırdayarak yere düşüyor. Onun sesini duyan bıldırcınlar başlıyor koroya.” ,“Tokatta keklikti buraya gelince köy tavuğu oldu”, “Bir köpek tek heceyle derdini anlatacak kadar havladı.” (Gerisi Teferruat Kısaca Eyvallah).
“Ay sineği bu kız. Deme, dedi annem. O ne şimdi, dedim gülerek, bir de güneş sineği mi var?” (Ay Sineği).
Metinlerde hep bir ritmi tutturma çabası vardır. Öykünün ucunu bunlardan hiç arındırmaz. Belleğini hep diri tutmayı yeğlemiştir. Zamanla yapılan bir tangodur öykü. Zaman hem bir hamle öncesi hem bir hamle sonrası, aslında şimdiki zamandır. “Bence hikâyelerin bir tek anlatıcısı vardır, o da zamandır, dedi. Bizler sadece taşıyıcıyız, yani sözcük hamalı” (Anlatıcı). Unutmamak önemlidir, unutmamak ve sormak. Bu nedenle insan evladının sorgulayıcı olmasını hissettirir. Yazma tutkusu da değişik biçimlerde dile getirilir kitapta; “Bilmem, dedi, yazmam için önce çocukluk evimize gitmem gerek. Duruyor mu? Dedim, Bizim ev çoktan satıldı. Önce kalbini sonra başını gösterdi. İşte burada, her şey burada saklı. ” (Ay’ın Rüyası).
Birbirinden ilginç konuları içeren kitabın bir öyküsü üzerinde durup değerlendirmenin diğerlerine haksızlık olduğunu da hissetmedim değil. Her öykü başlı başına dayalı döşeli bir oda, hepsinin kapısının açıldığı müşterek kullanılan geniş bir bahçe de kitap. Üç bölümde toplanan öykülerin bölüm içinde birbiri ile dirsek temasında olmaları da ilginç.
Son öyküyle, yazar “Radyoterapinin yan etkisini topraklayarak atmak için üstünden” baba evine gider. “ Her şeyin bir zamanı var, zamanı gelince yapacaksın ne yapacaksan. Mesela ay eskimeden ağacı kesmeyeceksin” (Gerisi Teferruat Kısaca “Eyvallah”), deyip noktayı koyar. Koyar mı? Bildiğimiz Fadime Uslu, noktayı virgüle çevirip devamını sunar.
Ay Eskir Gün Işırken
Kitaba adını veren öykü, daha girişinde diliyle sarıyor okuru. İlk iki paragraf, gizlice, hikâye yazmak isteyenlere de ipucu veriyor. Bir öykünün nasıl yaşamla benzer olduğu, virgül konacak yer ya da kapatılacak paranteze nasıl bireyin kendisinin karar vereceğini gösteriyor. Daha sonra okur kendini öykünün tam içinde hissediyor. Ürperiyor. Öykü içinde geçmişten gelen, kanatılan yaraların, unutulup, kurutulmasından çok sağaltılmasına çalışıldığını görüyoruz.
Zaman içinde öyküden öte, öykü içinde zaman ( hem öznel hem nesnel); kâh ileri kâh geri giderek saatin tik takları gibi, melodilendiriyor satırları. Zamana hapsedilemeyen satırlardır bunlar. “Derdi, özün, zamanın hangi noktasında durup anlatılacağıdır.” Mekân olarak; bir yanda sarayın hamamı ve yatak odası beri yanda senin merkez olduğun sokaklar caddeler, Haliç’in boynunda bir kahve.
Öykü, sen anlatıcıyla başlar, girişte pek alışık olunmasa bile okuyucu hazırlanır. Sonra bir masal dili ile okur öykünün içine çekilir.
Tanrı anlatıcı ile devam eden öykü Hünkâr’ın düğün gecesini canlandırır. Zaman kuş bedeninden kopan bir teleğe sığacak kadar hafiftir. Hünkâr bir erkekle nikâhlanmaktadır. Ud sesleriyle, çift iki turna gibi dans ederler. Sarayın nakkaşı daha önceden özenle bu dansın tasvirini duvarlara işlemiştir. Her nesne, her hareket uyum içinde bu ritme eşlik eder.
Gece, tadında bırakılıp sen anlatıcıya dönülür. “Maratona çıkmış bir koşucu vardı sanki önünde ve sen onun peşi sıra sürükleniyordun; başının üstünden bir martı uçtu, ardında havada hiçbir iz bırakmadı ve imrendin buna, işte böyle olmalı diyordun, hikâye kurmak böyle olmalı”. Hikâyenin nasıl bir duygu durumunda kurulduğunu hissedersiniz okurken. Yazar, kimi zaman geçen zamanı sakin mizaçlı bir nehire benzetir, nereye doğru aktığının önemi olmayan. Suya atılan bir taşı göz kabul edip onun nasıl dairelerle genişleyip yaşam kargaşasında tik taklara uyarak ilerleyip koza gibi hikâyenin örüldüğünü, ritmik ve müzikal bir yapıyla dile getirir. Gözü, kulağı çevrededir, insandadır.
Tekrar saraydaki düğün gecesine dönülür, ay eskimiştir artık; “Yüce Hünkâr bu gece hem erkek hem kadındı, Nur-u Ayn da öyle.” Sonra ay solar, gün ağarır. Rabbin işareti noktaysa Hünkâr da dünyaya yeni notaları koymalıdır.
Daha sonra yine sen anlatıcı sahne alır ve kahramanımızı çok sevdiği Laszlo Krasznahorkai ile bir kahvede karşılaştırır. Ona sanattan Gar katliamına kadar olaylar konusundaki düşüncelerini söyletip finalde bir iç hesaplaşma, yaşamanın dayanılmazlığı ve “anlatılamayana unutulana dikilen gözler” ayın eskimeye başlamasından sonra geçen üç günde çemberi tamamlayıp çingene çocukların şarkısıyla başa döner. Öykü bitti dediğiniz anda yeniden başlar.
Siz de edebiyat adına, öykü adına güzel şeyler yapıldığını görüp mutlu olarak açık bırakacaksınız kitabınızın sayfalarını.
Naki Selmanpakoğlu- edebiyathaber.net (2 Ekim 2019)