Bir söze sığınmadan yol almak en iyisi.
Öyleyse, bir Çehov öyküsü okumalı önce. Akılda kalan olmasına gerek yok, nasılsa size bir izlekten izler taşır anlatıcı.
Açıp okuduğun öyküde de, önceki okumalarından altını çizdiğin satırlardan ilki çıkıyor karşına işte:
“Yalnız yaşayan insanların, sürekli yalnız kalmaktan dolayı içlerinde biriken bir şeyler vardır; bunu birilerine anlatmak için can atarlar.” Alyohin’in anlattığı buruk öyküsünde pişmanlıktan çok farkına varmamanın ürküntüsü, insanın severken de neyi nasıl değersizleştirdiğinin ahmaklığı vardır.
Yaşama hovardalığı öyledir, yaşadığınız günü size zamansız kılar. Hayatınıza anlam katabilecek her şeyi değersizleştirmenin felsefesini kurarak yaşarsınız. Sonu ise hiçleşme, hüsran.
Çehov, bu izlekleri öyküsünde ustalıkla işler. Onun her bir anlatısında derin bir melankoli vardır.
Dönüp okuduğun İrlandalı yazar Claire Keegan’ın öykülerinde (“Mavi Tarlalardan Yürü”) gözlediğin de şuydu: Anlatıdaki gerçeklik duygusuna sinen bu melankolinin yaşanan coğrafyanın bir özelliği olması.
Anlatıcı anlatısına konu olarak seçtiği kişinin/kahramanın öyküsünü dile getirirken ister istemez kendi duygu durumundan kopamaz. Anlatısı ile kendisi arasına her ne kadar mesafe koyarsa koysun; orada yansıtılan yer/zaman/mekân/doğa gerçekliğinde öne çıkan, tıpkı öykü kişisinin ruh haline benzer. Yani anlatıcı kendisini nereye çeker taşırsa taşısın benlik alevinin tınısı söz/duygu evrenini biçimler; üstelik bakışında da bu izler yer eder.
Keegan’ı okurken, öykü içinde öykü kurmak; bir bakıma da anlatı zamanının içine başka bir zamanın dilini yerleştirmek istedim.
Gene deneysel bir öykü kurma, sürdürme; hatta bunları çoğaltarak “Zamaniçi Öyküler” diye yazma eğilimim belirdi.
Yani bir okuma edimini sürdürürken, iki çağrışımsal uçta yürümenin getirdiği bir yazma uğraşı benimkisi.
İlki okunan metinde sözü edilenlerin yaşamsal çağrışımları, diğeri de başka metinlere dönük göndermeler.
Örneğin; Keegan’ın ilk öyküsünü (“Uzun ve Istıraplı Ölüm”) okurken şu yönelimler zihnimde belirdi:
- Araçla uzun bir yolculuk, yol güzergâhlarında görülenler, durulan yerlerdeki tanıklıkla, doğa ve hatırlananlar;
- Gölyazı Yazarevi’nin mekânı ve yarımadaya dönüştürülen Gölyazı’nın (Apolyont’un/Apollonia’nın) mübadeledeki gerçekliği;
- Heinrich Böll’ün İrlanda Güncesi anlatısı ve öyküdeki anlatıcının Böll Evi’ne dair anlattıkları;
- Bir genç kadının Rodos’ta yaşadığı bir olayın anlatımını hatırlama;
- Ayrıca öyküde sözü edilen bir başka Çehov öyküsünün izleğinin çağrıştırdıkları.
Şimdi, bütün bunları bir araya getiren okuma ediminden okurun çıkardığını bir yana bırakarak kendine bir yazı/öykü kurma alanı açmasını “yazar okuması” olarak nitelendirmek isterim. Bunun diğer bir adı da “çoğul okuma”dır. Yazarın öyküsünü okuma amacından sapmadan ve onun çağrıştırdıkları ve taşıdıklarından da kopmadan hem not alıp hem de yeni okumalara dönmek…
Örneğin; Böll’ün önceden okunan İrlanda Güncesi’ne ve alınan notlara dönmek, Çehov’un sözü edilen öyküsünü arayıp bulmak yerine bir başka aşk öyküsünü açıp okumak, Gölyazı ile ilgili iki kitaba ( Apolyont’un Sakinleri: Mekân, bellek ve Tarih, Nekropol Kazıları: 2016-2017) göz atmak …
Bir anlatıcı olarak da zihninde taşıdığın “zamaniçi”/ “zamandışı” kavramlarına dönük düşebilecek bir konuyu/izleği yakalayıp öykünü kurmak…
Benim yazıda yaşam/yaşamdaki yazı dediğim de budur. Diğeri olmadan olamayanı görmek, anlamak, benimsemek. Yani yaşamdaki yazı’nın kazıcısı kesilmek. O nedenledir ki; insan yaşar, yaşadıkça da biriktirir. Ve de giderek yazar. Yazmak aynı zamanda bir karşılaşma eylemidir. Bunu da yalnızca insanla paydalamak yanılgıdır! Bizde daha yeni bir öykü kitabıyla karşımıza çıkan Claire Keegan’la karşılaşınca ne çok şey çıktı karşıma bakın. Bununla yetinmeden, ondan devşirdiğim birçok kavramla, hiç de ona yakın dur(a)mayan Thomas Bernhard’ın
Kireç Ocağı anlatısına dönüyorum. Sanki bunda da yeniden Böll anlatılarına dönmemin etkisi var.
Öyle ya; salt yaşam değil, okumak yazmak da bileşik kaplar gibidir. İşte benim “zamaniçi öyküler”im de öyle bir şey olacak sanki!
Şimdi ise içimdeki dinginliği daha dingin, sözcükleri ise daha sakınımlı kılmak için Luis Sepúlveda ile Carlo Petrini’nin söyleşi kitabına (“Mutluluğa Dair Bir Düşünce”) taşınıyorum.
İşte oradan size güzel bir cümle:
“’Salyangozlaşmış’ olarak tanımlanabilecek bir toplum göstermem gerekirse, bugün çok sevdiğim bir ülke olan Uruguay toplumunu seçerim.”
Kendini düşünen bir toplumu kurabilmek için, insanın insana dokunarak kendilerini nasıl düşünmesi gerektiğini de anlatıyor bize bu söyleşi biraz da.
Yani, “yavaşlık”! hiç de hafife alınmaması gereken bir güç var orada. Okurken de, yazarken de, yaşarken de bunu daha iyi anlıyorsunuz eminim.
Evet evet, şimdi de yolunuz Kundera’nın “Yavaşlık” romanına uzanacaktır eminim. Zamanın gününü kendi zamanınız kılmak istiyorsanız eğer elbette…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (22 Mayıs 2018)