Üstünden çok zaman geçmiştir belki yazılışının, ama bazı anlatılar güncelliğini yitirmez: Konusundan mıdır, kurgusundan mıdır, dilinden midir bilinmez… İşte böyle bir kitapla karşılaştım yine: Zamanın Tekerleği… Aleksandr Kuprin tarafından yazılmış. 1929’da yayımlanmış ilkin. Helikopter Yayınevi’nce okura sunulan kitabı Hazal Yalın dilimize kazandırmış. (Kitabı okurken sanki kendi dilimizde yazılmış gibi okuyorsak bu biraz da çevirinin güzelliğinden değil midir?)
“Bir insanın ihtişamı…”
Anlatıcının dilinde hep o aşk vardır, anlatıp durur: “Belki de hikâyemin başlığının sadece ‘o kadın’ sözcüklerinden ibaret olduğunu tahmin etmişsindir? Ama hikâye aslında benim aptallığım, ahmaklığım hakkında!”
Asıl hikâye “kadın” gittikten sonra başlar. Anlatıcı/ yazar en başından sonuna kadar, olanca içtenliğiyle paylaşır her şeyi. İfadeleri o kadar içtendir ki, içimizde bir yerlere dokunur: “Sanki çok uzun zamandır, belki de yirmi yıldır tanıyordum onu, sanki ezelden beri benim karım ya da kız kardeşimdi ve sanki başka kadınları sevdiğim zaman bile, ben aslında sadece onu aramıştım…”
Sürgündeki bir Rus mühendis –Mişika– ve onun özgür ruhlu sevgilisi Maria’ya dair bir aşk hikâyesidir bu. Kitabın türüne “roman” denmiş, ancak “novella” da denebilir pekâlâ… “Bir erkeğin, hangi yoldan bir kadının yüreğine erişeceğini kimse bilemez.”
Özgür ruhlu bir kadın olan Maria için “kil-kardaş” tanımını kullanır anlatıcı. Tatarların “yol arkadaşı” anlamında kullandıkları bir kelimedir bu. Pek kıymetlidir. “Bir insanın ihtişamı, içinin güzelliğiyle ilgilidir.”
Sahne sahne anlatılır Zamanın Tekerleği, bölüm bölüm… “Her büyük mutlulukta, o doruğa yükselirken karşılaşılan, kavranamaz bir an vardır. Bu anı bir düşüş izler. Dönüş noktası!” Kimi zaman bir lokanta, kimi zaman bir otel odası, kimi zaman da sevgilinin evidir anlatıya fon olan. “Bize güzel umutlar vaat eden bir görüşmeden önce hangimiz heyecanlanmayız ki?” İncelikli tablolar, romantik ambiyanslar, ipek el işleri… Hep aş(ı)kın doku(n)duğudur. “Aşk, gizemine erişilemeyen Tanrı’nın en yüce ve en nadir armağanıdır.”
“Ama bu aşk denilen şeye de ne yazık ki sık rastlanmıyor. Bu en arı, en yüce, en adanmış aşka susayan, ama asla bulamayan yetenekli şairler, onu sadece eserlerinde yaşatabiliyorlar.” diyen de yine anlatıcının kendisidir.
Hep o kaçınılmaz son
Zamanın göreceliliğine dair çok şey söylenmiştir elbet. Kimi zaman bir ‘an’a sığan o bakışın ‘asra bedel’ olması gibi… “Zamanı ve mekânı ne kadar bölersen böl, o bir an değil, ancak bir kesit olarak kalacaktır… Peki, nerede türevin işaret değiştirdiği bu gizem dolu an?”
Mişika ile Maria’nın aşkı, zamanla tekdüzeleşir ve aralarındaki kültür farkı yüzünden o ilk baştaki görkemini yitirir. Olaylar bildik bir filmin bildik sahneleri gibi gelişir: “Ve bu karanlık hayatın, iki tarafın da nihayet kişiliklerinin bütün tılsımını ve özgünlüğünü kaybedene kadar uzaması…” ile yine bildik bir şekilde sona erer. “… erkekler için, bir kadını sevmekten vazgeçmek hiç zor değildir; hatta erkeklerin sık sık eski âşıklarına döndükleri de görülür. Ama eğer kadın sevmeyi bırakırsa, eski aşkına bir daha asla dönmez.”
Maria, yaşadıkları tatsız olaydan sonra Mişika’ya bir mektup bırakarak ortadan kaybolur. Mektupta kısaca şöyle der: “Sonunda anladım ki, bizim bir arada veya birbirimize yakın yaşamamız mümkün değil… Aramızdaki farklılıklar her zaman bizim tam bir mutluluk içinde bir arada yaşamamıza engel olacaktır.”
Bazı hikâyeler, bittikten sonra da devam eder zihinde. Zamanın Tekerleği’nde anlatılan da öyle… Bitiyor, bittiği yerde boşluklar bırakıyor, bırakılan boşlukları tamamlamak da bize düşüyor. Elimizde fosforlu bir kalem, altını çizeceğimiz cümlelerle; “Ruhum bomboş, kala kala sadece tenden bir kılıf kaldı üzerimde.” diyen anlatıcının izinden gidiyoruz. Gidilesi bir yol…
Tanıtım Bülteni’nden:
“Zamanın Tekerleği, Kuprin’in sürgündeki başyapıtları arasındadır. Bir aşk hikâyesidir bu, ama sıradan değildir: bir yandan belli belirsiz, büyük Rus edebiyatçılarının ustalıkla yansıttıkları melankolik Rus ruhunun tınılarını, sürgündeki adamın acılarını, aşk ve memleket hasretinin iç içe geçtiğini hissedersiniz onda; ama diğer yandan, erkeğin kaleminden dökülmüş bir kadın hikâyesidir. Kafeslere sığmayan bir kadın ruhunun kanat çırpışlarını işitirsiniz; hayatta tek aradığı dingin bir huzurla birlikte, deyim yerindeyse total bir aşktır; böyle bir aşk ise erkek gibi kadının da özgür insan olmasını gerektirir. Denebilir ki, bu kadın için her tür kişisel özgürlük ihlali, total aşkın surlarında açılmış birer gedik, onu aşk olmaktan çıkaran bir bozulmadır. Ve o zaman kendisini erkeğe bağlayan diğer bütün bağları da koparıp atar, hem de büyük bir irade gücü, korkunç bir kararlılıkla. Yani diyeceğim, bana öyle geliyor ki, erkeğin kaleminden çıkmış feminist bir başyapıttır bu.”
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (24 Ekim 2016)