Hayatın ne olduğu üzerine tartışmalara girmeyelim şimdi: Milyonlarca minik neden-sonuç zinciri yeni baştan dizmeyi gerektiren ve herkese dayatması fazla iddialı bir girişim olur bu. Ama hayatı keskin tanımlarla boğmak yerine onu, iki ucu oluşturan tezatların ortasında, dengede kalma “girişimi” olarak görürsek: Eh, belki şimdi ortak bir şeyler söyleyebiliriz.
Terazinin bir ucuna fazlalıkların, fazlalık olmanın yerleştiği yaşama girişimlerinden söz edebiliriz. Bu tarafın mensubu olmak çeşitli motivasyonlar sağlayabilir kişiye; kişi fazlalıklarından kurtulma ya da fazlaca var olma derdine düşebilir. Ancak terazinin bu ucu bir o kadar da değişken ve yönetilmeye müsait uçtur aynı zamanda. Bir sabah uyanıldığında fazlalıklar bir davanın çözülmesi gereken başlıca meselesi ya da bir devletin önemsememek, geçiştirmek için her yolu denediği bir gerçeklik haline gelebilir. Bu noktada hayatın -iddialı olmayan- bir tanımı kime göre ve ne zaman eksiltilmesi gereken bir fazlalık haline geldiğini sorgulamanın ya da bu baskın safların arasında orta yolu bulmanın, sıfır noktasına ulaşmanın bir çabası olamaz mı?
“Fazlalık” olma halinin her zaman politik, güçlü, derinlikli bir estetiği var. Ancak fazlalıkları ortadan kaldırmanın da karşı konulamaz, zarif ve keskin bir estetiği olduğunu söylemek mümkün. İletişim Yayınları’ndan çıkan Fazlalıklar, işte bu tezatın arasında gidip gelirken çarpıcı bir okuma deneyimi sunuyor okura. Sinan Sülün fazlalıkların hikayesini, fazlalıklardan arındırdığı bir dille, ince ince işliyor. Bunu yaparken de cesur ama bir o kadar da mütevazi şekilde, formlar arasında geziniyor.
Üç bölüm olarak kurgulanan Fazlalıklar’ın ilk bölümü “Zarif”. Sülün ilk bölümde, hızlıca unutulan, “silik” fazlalıkların oluşturduğu -doğası gereği- politik katmanı, son derece duru ve sarsıcı bir şekilde anlatısına yediriyor. Fazlalık olmanın sancısıyla boğuşan ve aynı sancıları çekenleri bilinçli olarak unutmak istemeyen, lakin bu gerçeklikle yaşamaya da göğüs geremeyenlerin hikayesini anlatıyor Sülün. Bunu yaparken de anlatı katmanına boyut kazandırmayı da ihmal etmiyor: Bireyin “kendine” eksikliği ve toplumda önemsenmeyenfazlalığı; ölüm ile hayat, hayal ile gerçek, ben ve onlar, -çabucak- unutulanla -daima- hatırlanan arasında bocalıyor.
“Kemal” bölümü ise ağırkanlı bir şekilde şiir formuna bürünerek, artık yapı olarak da “fazlalıklarından” arınarak, fazlalıkların hikayesini anlatmanın yollarını arıyor. Kimi zaman matematiksel düzlemde, kimi zaman soyut bir alemde gidip gelen fazlalık hali; “Hikaye Anlatıcısı” bölünüyle beraber geleneksel anlatımıza, kıssadan hisselerin katmanlı sadeliğine bırakıyor kendini. Bu açıdan Sülün fazlalıkları ardında bırakmış bir “fazlalık” hikayecisi olmayı, hem stil hem de içerik açısından dert ediniyor kendine. Ve tam da bu noktada, -özellikle- postmodernlerin kolayca düşebileceği bir tuzaktan kurtulmayı başarıyor Fazlalıklar: Bir şekilde, -belki de bir büyüyle- doğal kalmayı; ismine meydan okuyarak -ya da alçakgönüllü bir tavır sergileyerek- sıfır noktasına ulaşmayı başarıyor.
Fazlalıkların hikayesini bu şekilde anlatmak, aslında son derece iddialı bir estetik tercih. Zira anlatı kimi yerlerde fazlasıyla “gerçek”, anca fazlalık halini sorgulamadan ve şikayet etmeden tahammül edebileceğimiz kadar “gerçek” olabiliyor. Adeta okurun parmak uçlarını bile değdirmekten korktuğu, donuk, kaskatı bir deniz. Lakin anlatının sakin, zarif tavrı okuru bu fazlalıklar denizine girmeye ve bu denizdeki yerini sorgulamaya teşvik ediyor. Bu açıdan İletişim Yayınları’ndan çıkan Fazlalıklar, iddialı estetiğinin yanı sıra bir o kadar da akıldan çıkmayacak, tastamam bir okuma deneyimi bahşediyor.
Büşra Uyar – edebiyathaber.net (28 Eylül 2020)