Zeynep Eşin’in derlediği, farklı bakış açılarına sahip on iki yazarın öykülerini bir araya getiren, Yeni İnsan Yayınevi etiketiyle raflardaki yerini alan Şehrin En Alt Katı derlemesi: Yalnızlık, geçim sıkıntısı, eşitsizlik, adaletsizlik, sevgisizlik, aile gibi evrenselleşmiş ama yerelliğini de koruyan birçok konuya değinmesinin yanı sıra toplumsal yoksulluk konusuna da değinen zengin içerikli bir seçkidir.
Yoksulluğun birden fazla anlamı vardır çünkü birden çok yolla ölçülebilir. Yoksulluğun ilk tanımı, temel tüketim ihtiyaçları veya bunları karşılamak için gereken gelir açısından ölçülen asgari bir yaşam standardına ulaşamama olarak tanımlanmaktadır. İnsan yoksulluğu, en temel ya da “tahammül edilebilir” bir insan yaşamı yaşamak için fırsatların ve seçeneklerin reddedilmesine atıfta bulunur. Yoksulluk, bir şeye sahip olamamanın ötesinde dışlanmanın, görülmemenin acısıyla malûldür ve dönemden döneme bakanın açısına göre değişen bin bir türlü hâli, bin bir türlü resmi, bin bir türlü ritmi vardır.
Edebiyat denilen o muazzam aynada çeşit çeşit yansıması vardır. Edebiyatta yoksulluk, güncelliğini yitirmeyen, kimi zaman sözlük anlamıyla kimi zaman metafor olarak kullanılan bir tema. Birçok yazar alegorik olarak da yoksulluk temasına kurgusal metinlerinde yer vermiştir.
İlk öyküden: “… dün hayattaki en büyük yoksulluğun sevgisizlik olduğuna karar verdim” diyerek başlıyor ve devam ediyor, “bu yaşıma kadar sahip olduklarıma ve elimden kaçırdıklarımı üşenmeden saydıktan sonra ortaya çıkan çarpık çurpuk matematiksel sonuçların hiçbirisi beni ikna etmeye yetmemişti hâlbuki. Portmantonun üzerinde duran anahtarı elime aldım ve yoksulluğuma son verme ümidiyle doğruca arabaya koştum. Bir anlamı yoktu veya hayal ettiğimden çok fazla vardı. Ama dün, tuhaf biçimde sevgi aradım.” Aradığı sevginin peşine düşmüş bir karakter ile yolculuğa çıkarıyor yazar sizi. Biz dedirtiyor, biz zengin miyiz?
“Murtake” öyküsü, sizi alıp İzmir’in köhne mahallelerine taşıyor. Yazar ile birlikte Şehrin En Alt Katı olarak adlandıracağımız mahallede gezintiye çıkıyorsunuz. “Doğululara sırtını dönmüş Batılılar misali duran yüksek apartmanların bittiği yerde başlayan mahalle…” Samet’in küçük yaşına rağmen yoksulluk ile mücadelesini görüyorsunuz.
Bir diğer öyküyse yoksulluğu metafor olarak kullanmış. Zengin dili ve anlatımıyla “Kaosun Başkentinde Kalbini Arayan Adam” öyküsü karşılıyor sizi bu sefer. Ankara’da rezidans çalışanı bir beyaz yakalı ile yolculuğa devam ediyorsunuz. “Bu koskocaman şehrin karmaşasında kaybolmuş insanlardan biriyim ben. Aslında biz milyonlarcayız. O kadar yitip gitmişiz ki kaosun başkentinin caddelerinde, sokaklarında, plazalarında, rezidans dairelerinde, bir ismimiz bile yok. Zincirin sayısız parçasından bir tanesiyiz sadece. Adsız insan mı olur dediğinizi duyar gibi oluyorum. Sizi mi kıracağım, hemen bulayım bir tane kendime.”
Kitabın içindeki bir diğer öykü de “Arazi Çapulcusu” . Yazar yoksulluğu metafor olarak kullanmış. Bahsedilen şamanın bir gününe şahitlik ediyorsunuz. Aslında yine burada umut yoksulluğu olarak bakabiliriz öyküye. “Birazdan gerçekleşecek Şaman ayininden sonra, şimdiye değin görülmemiş anlar yaşanacaktı belki. Bozkır doğasının ruhu tanrının kutsal elleriyle buluşacaktı. Belki de tanrı elinden içtiği badeyle kurumuş dudakları ıslanacak olan toprakların kadim suskunluğu son bulacaktı.”
Gülhan Eroğlu’nun öyküsündeki sözleri aslında kitabın özeti gibi olmuş. “Var mıydım yok muydum? Hiç olmuş muydum? Varsıl mıydım, yoksul mu? Varlığın içinde yokluğu yaşamak değil miydi asıl yoksulluk? ‘Hiç yaşanmamışın’ özlemini çekmek, ‘artık yaşayamamanın’ kederi ve ‘hiçbir zaman yaşayamayacak’ olmanın bilincine erişmek yükünün yanında neydi ki? Özlem duyacağınız nesneyle en az bir kez bağ kurmadan özlemden bahsetmek mümkün müydü? Hayatınıza girmemiş olanın dokunuşlarını nereden bilebilirdiniz? Neyi deneyimleyeceğinizi dahi tahayyül edemediğiniz şeyler için biriktirdiğiniz hüzünler, ‘artık hayatımda yok’ cümlesinin ağırlığı altında ezilmez mi? Bir simidi burnuna yaklaştırınca çocukluğuna gidemeyen biri, anılarını da hissizlik evreninde kaybetmez mi? Sevdiceğinin sıcak göğsünün kokusunu duyamayan maşuk utanmaz mı aşkından? Bir kaşık çorbayı kokusunu içine çeke çeke içmenin ne büyük saadet olduğunu bilir mi beş duyusu da işlevsel olan?”
Şehrin En Alt Katı, herkesin görmediği, görmek istemediği yerdir. Kulak kaparız olana bitene, bilmek istemeyiz. Şehrin En Alt Katı karanlıktır. Bir mum yakarız ve umudu orada yayarız. Bu kitapta da öyküler görmek istemediğimiz noktalara ışık tutarak aydınlanmamızı sağlamış. Var olma çabasını, eşitsizliği yani duvarın ardında kalan, aydınlatılması gereken noktalara değenmiş ve on iki yazarın öykülerinin birleştiği bir antoloji olmuştur.
Arka kapakta şöyle belirtilmiş: “Zeynep Eşin: Can acıtan, aydınlatılması gereken bu konunun bir an önce güncelden uzaklaşması hem günlük hayatta hem edebiyatta artık kendine yer bulmaması dileğiyle…
Emeği geçen tüm yazarlara teşekkürler…”
edebiyathaber.net (9 Haziran 2022)