Söyleşi: Nezihe Altuğ
Zeynep Çolakoğlu ve Hakan Balcı’nın Bilgi Yayınevi’nden Kasım 2021’de çıkan “Korkuyu Bekleyenler” öykü kitabı Edgar Allan Poe’nun “Yazının Felsefesi” adlı kitabı örnek alınarak Poe’nun “tek etki kuramıyla” kurgulanmış bir eser olarak raflarda yerini aldı. Poe’ya göre hikâyede tek etkinin sağlanabilmesi için şu hususlara dikkat etmek gereklidir: Hikâyenin olay örgüsü okuyucunun muhayyilesinde “tek bir etki” yaratacak bir biçimde düzenlenmelidir, okuyucunun dikkati bu etkiye odaklanmalıdır, bu tek etkinin sağlanabilmesi için okuyucunun dikkatinin taze kalabilmesi gereklidir. Bu dikkat de hikâyenin ancak bir oturuşta bitirilebilecek uzunlukta olmasıyla sağlanabilir. Olaylar, kahramanlar ve hikâyenin diğer bileşenleri bu tek etkiye hizmet edecek bir şekilde kurgulanmalı ve geliştirmeye uygun olmalıdır. Yazar, üslubu o kadar sağlam bir şekilde belirlemelidir ki tek bir cümlenin metinden çıkarılması bile hikâyenin bütünlüğünü bozabilecek bir durum olmalıdır. Yani hikâyenin sonucu, onun başlangıç ve gelişme bölümlerini kontrol eder ve hikâyenin kurgusu bu sonun etrafında şekillenir. Poe’ya göre hikâyedeki olaylar, mekânlar, kahramanlar ve onların hareketleri hikâyedeki bu sona hizmet etmeliler, bütün hazırlıklar hikâyenin etkili sonunu oluşturmak için yapılmalıdır. Hikâyenin okunuşu bittiğinde okuyucunun belleğinde olayın çarpıcı sonunun etkileri kalmalı ve okuyucu uzun bir süre bu etkinin altında kalmalıdır. Zeynep Çolakoğlu ve Hakan Balcı için sonu mutlaka korkunç ölümle biten kadın karakterler yaratmak, gotik, kara romantizm ya da korku türünün gerekliliklerini yerine getirmeye yarayacak bir araçtan çok daha fazlasını ifade ediyor. Zihinlerinin derinliklerinde yer alan trajediyi simgeleyen öykülerini kendilerine sordum.
Poe’nun üslubunda bizi çeken, içine hapseden bir yan var. Eserlerinin günümüzde hâlâ çok etkileyici olduğu aşikâr. Seveni çok; ama bazı okuyucular için öykülerini anlamak oldukça zor. Poe’nun hikâyelerinde anlam yüzeyde değil, derinlerdedir. Bundan dolayı birçok okura Poe’nun hikâyeleri ilk okuyuşta anlamsız ve karmakarışık hissi uyandırır. Zaten onun edebiyat çevrelerinde saygın bir yer alması kendisinin ölümünden çok sonraları olmuş ve hayatında değeri anlaşılamayan yazarlar kervanına o da katılmıştır. Çoğumuzun Poe hakkında düşündüğü şey, aslında çok fazla yalan söylediği midir? Edebiyat aslında yalan mı söylemektir? Neden Poe? Günümüz öykü yazının felsefesini mi yapıyorsunuz?
ZÇ: Üstat Edgar Alan Poe’ya olan saygım sonsuzdur. Zihnimin karanlığı onun eserlerinden beslenerek gotik türünün bambaşka tonlarını keşfettiğini söyleyebilirim. Bu estetik söylem bir yana, korku edebiyatının aslında gerilimli bir kurgudan öte olduğunu, bilinçdışı süreçlerinin sembolik dilini anlamaya başlamak, psikanalitik bir bakışla düşünmek için zengin bir kaynak olduğunu göstermiştir Poe. Ben bizzat bu izleri takip eden biriyim. Edebiyat hayatın içinden ilham alır, yalan da doğru da hayatın içindedir. Yalanın kullandığı sembolik dil, bazen en içten itirafların yerine geçebilir, bununla birlikte herkesin kaldırabileceği bir gerçeklik vardır. “Korkuyu Bekleyenler”in korku ekolünün klişelerini ironik bir dille ele alarak kara mizah yapan, korkuya değdiği noktalarda kurguyu psikolojik gerilime hatta sık sık dramaya sürükleyen ters yüz edilmiş öykülerden oluştuğunu söyleyebilirim.
HB: Günümüz öykü yazınının felsefesini yapma haddini kendimde görmüyorum. Ben kendimi rahatsız eden konuları, zihnimi karıştıran, beni rahatsız eden durumları yazmayı seviyorum. Tabiri caizse beynime kıymık gibi saplanmış bir konuyu işlemekten hoşlanıyorum. Kıymığı ancak o şekilde çıkartabiliyorum. Bu yalan söylemek demekse, benim için en dürüst yalan anlamına geliyor.
İnsan beyni kocaman ve doğal bir “palimseste” değil de nedir? “Benim beynim bir palimseste”dir ve senin ki de Ey okuyucu!” diye okura seslendiğinizi düşündünüz mü?
ZÇ: Latince üzerine yeniden yazılmış parşömen anlamında bir sözcük palimseste ancak elektronik tarama yöntemleriyle analiz edilene kadar bir tür şifreleme tekniği olarak da kullanılmış. İnsan beynini biraz daha farklı buluyorum ben, yeniden yazma, unutma gibi kavramlar içimizdeki derin karanlık olarak tabir ettiğim bilinçdışı ile hiç de kolay idare edilecek şeylerden değil. “Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotliess Mind)” adlı bir film vardı, bu konunun dehşete düşürebilecek gerilimini güzel anlatmıştı. Bilinçdışının yönetimi elimizde değil, beslendiğimiz şeyler bir gün ansızın karşımıza dikilebilir. İşin dehşete düşüren tarafı ise biz travmalardan gelen nice hastalıklarla mücadele ederken, tüm bunların asıl sebebinin karşımızda dikildiğinin farkında bile olmayabiliriz. Bir tarama cihazı insan zihninde işe yaramaz. “Nisyan” öyküsünde bu konu var aslında, adı üstünde unutup gitmeyi ölüm kalım meselesiyle irdeliyor, bilinçdışının akışkanlığını, unutulduğu sanılan anıların nerelerden ortaya çıkabileceğini, içimizdeki binlerce beni sanatsal yaklaşım icabı biraz abartılı bir şekilde gözler önüne sermeye çalışıyor.
Peki ya Poe’nun bilinçdışı? Hangi kelimelerin yazılacağı, hangi etkinin neyle uyandırılacağı, nasıl bir mekân oluşturulacağı tamamen hesaplanmış bu öykülerde aslında Poe’nun iç dünyasının izlerine de rastlıyoruz. “Tüm hüzünlü konular içerisinde, insanlığın evrensel anlayışına göre, en hüzünlü olan nedir? Besbelli ki yanıt ölümdü. … Öyleyse güzel bir kadının ölümü hiç kuşkusuz dünyanın en şiirsel konusudur” diyen Poe gibi güzel bir kadının ölümü dünyanın en şiirsel konusu mudur size göre?
ZÇ: Biz de birinci öyküdeki mahkemeyi işte bu nedenle kurduk! Mahkeme tam da bu konuyu tanıkların arasında Ölüm’ün de olduğu iki celsede tartışıp durdu. Öyküye dair buradan bilgi sızdırmayayım ama heyecanı arttıracağını düşünerek yaratmak fiiline uzun uzun bakılmasını ve bu fiilin özneye dönüşme ihtimalinin değerlendirilmesini söyleyip kaçabilirim buradan.
Freud, insan doğasının temel güdülerini libido ve destrado olarak isimlendirmiştir. Libido sanılanın aksine sadece cinsel istekle alakalı değil, bütün yaratıcılık ve yaşama duyulan arzular eylemlerle ilgilidir. Destrado ise yıkıcılık, agresyon ve ölümle ilgilidir. Bizi kısıtlayan, hareketsiz bırakan, keyif almaktan alıkoyan her şey destradodan kaynaklanmaktadır. Poe’nun öykülerinde destradonun izlerini çok kolay yakalarız. Hatta kadınlarla ilgili imagosu öyle çarpıktır ki kadınlar ya aşırı sevilir, müthiş güzel ve akıllı bulunur ya da nefret edilir. Kadının erotize edildiğini görmek de pek mümkün değildir. Erotizasyon ölümle taçlandırılmıştır. Solgun bedenli, mavi damarlı alınları olan, beyaz geceliklerin içinde ipek çarşafların arasında ölmeyi bekleyen kadınlar destradonun gelini olmuşlardır. Sizin öykülerinizdeki destradonun gelinleri kimler?
ZÇ: Biz daha ilk öyküde destradoya kadını iliştiren bakışı tartışan bir mahkeme kurduk. “Korkuyu Bekleyenler”de yer alan öyküler, bireysel dünyalardan evrensel bakışa doğru, sembollerle yolunuzu keşfedeceğiniz birer kapı işlevi görüyorlar bana göre.
Kitabınızda Dünyanın Sonuna Davet” bölümünde Poe’nin “Kuzgun” şiirini örnekleyerek şairin dehasını ortaya çıkıyorsunuz. Poe hem eleştirel hem de popüler zevke hitap eden bir şiir ortaya çıkarmaya çalıştığını söylemiştir. Şiirin ilham kaynağı kısmen, Charles Dickens’in Barnaby Rudge romanındaki konuşan kargadır. Hüznü anlatan güçlü ve uzun sesler arasından kendine “o” ve “r”yi seçen Poe, “nevermore”a (bir daha asla/ hiçbir zaman) ulaşıyor. Sözcüğü ses yaratıyor. “Olay”ın ne olacağına “ton” karar veriyor. Bundan sonraki adım tek etkiyi bozacak bütün karmaşıklıkları engellemek. Burada, bir şekilde “olay”a bağlanabilecek gereksiz ayrıntıları engellemek için “kuzgun” ortaya çıkıyor. Çünkü kuş, bir özne değil; sadece taklitle öğrendiği bir dersi tekrarlamakta. Fa sol, sol la, la si, Şeytan Aralığında diye tekrar ederek müzikte uyumsuz notaların bir araya geldiği tritonları göstererek hem eleştirel, hem de popüler zevke hitap eden bir hikâye yaratmak için hangi müziğinizin sesini ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz? Sizin kuzgununuz kim?
ZÇ: Fa sol, sol la, la si, Şeytan Aralığında alt başlıklarını içeren “Dünyanın Sonuna Davet”, yarım kalmış bir yaşamdan ilham almış bir hikâye. Bu yarım kalmışlık bir dizi şiire ait; müziğe dönüşmeyi bekleyen, hiçbir yer’den seslenen ıssız, bir kitabın sonuna eklemlenmiş tuhaf duygu durumları taşıyan şiirler. Bu şiirler sevgili üstadım Altay Öktem ile çevirdiğimiz Prozac Artık Yetmediği’nde kitabında yer alıyor. O kitaptaki tüm şiirler bestelendi, “No Man’s Land (Kimsesiz Yer)” hariç. Bestelense kesin huzursuz bir melodisi olurdu diyerek en azından bu alt başlıkları verdik ona. Bu besteyi duymak içinse dünyanın sonuna gitmek gerektiğini düşündük. Bunun elbette bir bedeli oldu, o da öyküde yazıldı. Benim kuzgunum mu? Artık değişti ama bu kitabın yazıldığı sıralarda Shining’di, arka fonda “Azap Pençeleri” şarkısıyla.
HB: Benim kuzgunum çoğunlukla sıradan insanlar. Yeri geldiğinde bir market kasiyeri, bir müdür. Söz verip gelmeyen bir usta. Onlara eziyet eden bir üst yönetici. Bu insanların sıradanmış gibi görünen ama sıradan olmayan durumlara girmeleri, oralarda yaşadıkları şeyler, ilgimi çekiyor.
Poe’nun Kuzgun’u okumasını dinlemek için “hayatta bir kez yaşanabilecek bir olay” demişlerdir. Bu tür toplantılarda bulunmuş bir başka kişiler ise, Poe’nun şiiri okuyuşu hakkında şunları söylemişti: “Lambaları oda neredeyse karanlık olana dek kısıyordu, sonra dairenin ortasında dikilip… En melodik sesiyle şiiri okuyordu. Okuyucu olarak o kadar fevkalade bir gücü vardı ki, dinleyenler bu büyülü okuyuş bozulmasın diye nefes bile alamıyordu”. Birlikte yazdığınız bu öyküler böyle bir ortamda mı yazıldı?
HB: Fiziksel olarak öyle olmasa da, zihinsel olarak böyle bir ortamda yazıldı.
ZÇ: “Korkuyu Bekleyenler” yer yer keskin uçlu, sivri dilli, yer yer de atmosfer basıncının düştüğü, düşerken tüm ağırlıkların bırakıldığı özgür, tuhaf ve Hakan’ın dediği gibi zihinsel bir ortamda yazıldı.
Beaudelaire “Yapma Cennetler” adlı eserinde “Kadın oldum olası, esinleyendir” demişti. Kadın dünyasına duyulan özel eğilim, üstün dehaları yaratır. Poe’nun “güzel bir kadının ölümü” teması ile tutuğu yas ve melankoliyi düşününce kahramanlarınız bize tam da ”uzaklaşmak istiyorum etrafımdaki herkesten, insanlardan, kendi içime kapanmak istiyorum. Hissetmek istiyorum, hislerimi abartmak. Durmak bilmeyen bir trene binmiş gibi hissediyorum ve hiç bilmediğim bir yere ilerlerken buluyorum kendimi. … Yolda çekeceğim acıları mı arıyorum… ya da durak ararken yolda olmaktan mı zevk alıyorum. Herkese kin nefret duymak istiyorum. Sanki artık etrafımdakiler kabul edilecek biri olmadığımı fark etmişler gibi hissediyorum, sanki bana ayrılan sürenin sonuna gelmişim gibi, onlar için küçük bir araydım ama bitti. Sanki başta çocuktum sevdim her şeyi şimdi büyüdüm. Sevildiğimi sandığım insanların sevgi anlayışı hiç beklediğim gibi olmadı. Niye sevgi aradım neden bekledim ki… Evet, kendimi bir yere kapatmak istiyorum. Üzülmek daha da mutsuz olmak. Sanki özüm bu… Cenin pozisyonuna girip yalnız kalmak istiyorum. Mutsuz şarkılar dinleyip daha da mutsuz olmak sonuna kadar bunu hissetmek istiyorum” mu diyor kahramanınız Saudade, ne diyor?
ZÇ: Saudade içinde özlem dolu ıssız bir melankoli. Mutsuzlukla ilişkilendirmiyorum ben onu daha çok gidemediğin yerlere duyulan özlem, ulaşamadığın birine karşı beslediğin tatlı hüzün gibi. Zaten gidemeyeceğini ve ulaşamayacağını bilir ve bu duyguyla nostalji yaşarsın, bu da başka bir hazla seni buluşturur. İlk öyküde ortaya çıkan karanlık sanatların ilham meleği Ecel de etrafta bulunduğunda tahminimce böyle hissettirir. Bu ilham da nereden geldi der, durmaksızın yazarsın, çizersin, bestelersin, bunu eyleme döktükçe melek uzaklaşır, sen eylemle onu yakalamaya çalışır ve sonsuz bir döngüye girersin, bu döngüde de eserin tamamlanır.
Zeynep Çolakoğlu, Niklas Kvarforth’un “Prozac Artık Yetmediğinde” adlı şiir kitabını Altay Öktem’le birlikte çeviri yaptınız. Niklas Kvarfoth, bizzat Lucifer’ın şairaneliğini dünyevi boyuta taşıyan, intihar üzerine felsefe yapan kara bir sanatçı olarak yeraltından huzursuz sesler çıkarmaya devam eden bir şair. Önsözüne yazdığınız; “Gözlerinizin içine bakıyorum, hepsi alev alev! İçinizdeki vahşi hayvanları dışarı salmak ve tüm bu histeride taşkınlıklarınızla bir tehlike olduğunuzu ispat ederek, farklı hissederek rahatlamak istiyorsunuz. Bu yüzden, “Prozac Artık Yetmediğinde” adeta rehberiniz olacak” diyorsunuz “Korkuyu Bekleyenler”e de bunu mu öneriyorsunuz?
ZÇ: “Korkuyu Bekleyenler”de yönümüzü bambaşka bir patikaya çevirdik. Düşlerden gerçekliğe uzanan ince çizgide yürümeye ve biraz mizahla yaşama tutunmaya davet ediyoruz okurları. Hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir. Tuhaf uzak zamanlarda ölüm bile ölebilir.
Freud melankolinin ayırıcı özelliklerini şu şekilde tanımlar: “derin acılı bir yeis hali, dış dünyaya ilginin kesilmesi, sevme kapasitesinin kaybı, aktivitelerin inhibisyonu ve kendini kınamaya, yermeye varan ve sanrısal cezalandırılma beklentisinde sonuçlanacak şekilde, kendine saygıda azalma hali” (Akt. Uslu ve Berksun, 1993, s. 1). Bu eyleme geçişin bu şekilde metaforlaştırılmasının ardında, özünde Başka’dan bir yanıt beklememe üzerine kurulmuş olması yer almaktadır. Özne, Başka’dan bir yanıt almak yerine, kendi içinde yaşadığı onu ölüme götürüşüne kendini bırakmış, ölüm itkisinin kollarında yok olup gitmiştir. En nihayetinde melankolik özne, kayıp nesne ile narsisistik bir özdeşleşme yaşamaya başlayarak bu kaybolan nesne ile olan özdeşleşmesini sürdüren bir konumda durmakta, düşlem ve dolayısıyla gerçekliğe yer bırakmamaktadır. Kahramanlarınız bize bunu mu anlatıyor? Ne anlatıyor?
ZÇ: “Kayıp” öyküsünde diyaloglar üzerinden kaygıyı irdeleyen ve kaygı üzerindeki melankoli gölgesine işaret eden bir kurgu var. “Yedi Sene” öyküsünde ise bilinçle bilinçdışının kavgasına tanık oluyoruz. Otokontrolde yaşamı devam ettirmeye yönelik bilinç, bugünden seslenirken, geçmişteki karanlık ve gizemli bilinçdışı yüzlerce odası olan bir otel odasındaki varlık gibi melankolisini kurcalayıp duruyor, bilince semboller diliyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor. “Dünyanın Sonuna Davet” öyküsünde narsistik özne bir şair, içerdeki ölüm nasıl dışarı taşar diyen, kan sıçratan, dibi gören tek öykü.
Gerçekte kişi eksik ile kayıp arasında gel-git yaşamaktadır. Aslında kaybettiğini zannettiği nesne ile psişik dünyada girdiği ilişkide özne kendi Gerçek’i ile karşı karşıya kalmakta ve bundan kaçış için başvurduğu melankoli sayesinde kaygıdan uzaklaşma çabası içine girmektedir. Gerçek ile karşı karşıya kalma anında ortaya çıkan kaygının uzaklaştırılması için başvurulan melankoli, Özne için koruyucu gibi görünse de nihai olarak koruyuculuğun zıttı bir noktaya, ölüme götüren bir noktaya ulaşabilir. Lacan, melankolik öznenin dürtüsel bir şekilde ölümü arzulayıp eyleme geçişini, pencereden atlayarak intihar edenler örneğinde anlatmaktadır. Pencereden atlama, melankolik öznenin kendi düşleminin çöküşü ile düşlem penceresinden atlarmışçasına sahneden kendini dışarı atması gibi metaforlaştırılmış bir eylem olarak düşünülebilir. Peki, korku edebiyatı bir kaçış edebiyatı değil, kaçtıklarımıza bir dönüş edebiyatı mıdır? Korkuyu Bekleyenler kimler?
ZÇ: Kaçış edebiyatı bence her şey olabilir yeter ki savaşmak yerine kaçmayı tercih edin. Kaçış, yaşanmışlıklar dışında bir şey okumam, hayatımızda yeterince gerilim var ifadelerinde de, sadece fantastik dünyalar bana göredir iddiasında da var. Aynı bağımlılık gibi, herhangi bir şey eksiği doldurmak için kullanılabilir. Korku edebiyatını odak noktasına alırsak korkularla yüzleşmek söz konusu olduğundan, savaşçı bir kimliği de olduğunu söyleyebilirim. Korkuyu Bekleyenler içerde neler oluyor bakmaktan çekinmeyen, aydınlanmanın görmek, duymak ve dile getirmek olduğunu bilen, bilinçdışının bir dil gibi yapılandığını fark edip sembolleri çözmeye heves eden herkes olabilir.
Kahramanınız “o postayı ve öykümü bilinçdışına saklayıp devam ediyorum hayatıma, ölümlerin anısı bu adaya saklanmıştı” diyor. İsviçreli sembolist ressam Arnold Böcklin tarafından 19. yüzyıl sonlarında çizilen “Ölüler Adası” tablosuna bir gönderme yapıyorsunuz. Bu tabloda koyu renkli denizin ortasında terk edilmiş kayalık bir adacık görülür. Adanın sahili bir duvarla denizden ayrılmıştır ve duvarda denize inen basamaklara doğru yaklaşan bir kayık vardır. Kayıkçı kayığa kıç kısmından yön vermektedir. Pruvada ise, eşinin çiçeklerle süslenmiş tabutu arkasında dimdik dikilmekte olan, tamamen beyazlar giymiş bir kadın bulunmaktadır. Beyazlar giymiş kadın ise yeni ölmüş birinin, ölümden sonraki yaşamını geçireceği yere gitmekte olan ruhunu resmeder. Ressam da ölümlerin anısı da bu adaya saklamıştır. Bilinçdışınızın en kuytu köşesi midir bu ada? Ölümden sonra yaşam hakkında siz ne diyorsunuz?
HB: Ben ölümden sonra yaşama inanmıyorum. Fakat ölümden sonra yaşamın hayal edilebileceğine inanıyorum.
ZÇ: Ölümden sonra yaşam bir inanç meselesi. Ancak Ölüler Adası bana göre bilinçdışında gizlenen güvenli bir liman. Yerini kimse bilmiyor ama bazen bir fikri oluyor. Adaya yaklaşmak demek yaşamla ölüm sınırına dayanmak, arzunun hazza dönüşmesi demek, işte o vakit her şey mümkün olabilir. Peki, buna kimin cesareti var?
Alenka Zupancic’in “Cinsellik Nedir?” Kitabına gönderme yapıyorsunuz. Zupancic’e göre yokluğun gayet elle tutulur ve somut bir boyutu, hayaletimsi bir nesneyi ortaya çıkarır. Bu konuda kaçırmamamız gereken noktayı “burada hiçliğin simgesel sunumu anlamında ‘bir şey olarak görünen hiçbir şey’le değil; daha ziyade hiçliğin kalıntısıyla, tam da simgesel desteğinden mahrum bırakılmış ama gerçekte ısrar eden/ortaya çıkan hiçlikle uğraşıyoruz” diyerek ifade ediyor. Siz ne diyorsunuz? Psikanaliz felsefe değildir mi demek istiyorsunuz?
ZÇ: Üzerinde konuştuğumuz her şey felsefedir. Zupancic’in arzuya yaklaşımını “Nisyan” öyküsüne dâhil ettik. “Nisyan”daki Arzu karakteri Mustafa’nın arzu duygusunu depreştirirken hayatındaki eksiği de ortaya çıkarıyor. Aslında varlıkla eksik arasında bir ilişki kurduruyor.
Hem insan hem de hayvan olanın, ölümsüz olup da ölmek isteyenin, her zaman evsiz ve yabancı olanın, sürgün edilenin, gömülüp de geri dönenin, yok edilmek istenip de edilemeyenin, akla mantığa sığmayanın, gölgelerde gezinenin ve bilinmeyenin edebiyatı olan korku edebiyatı, uygarlığın huzursuzluğunu, benliğimizin çıkmazlarını yansıtıyor. Freud, bilinçdışı kavramını antik tragedyalarla, Shakespeare’in ve Dostoyevski’nin kahramanlarıyla da desteklemişti. Yazı yazmanın keşfedilmemiş potansiyeline kalıcı olarak dikkat çekmişti. “Korkuyu Bekleyenler” bilinçdışı dediğimiz edebiyat ile psikanalizin buluştuğu yerde mi bekliyor okuru? “İnsanın ruhunun iyileştiği yer” mi burası?
ZÇ: Çok güzel ifade ettiniz, tam da orada bekliyor ve sesleniyor okurlarına. Kaygı, korku ve travmalarla bugünlere gelmiş insan zihni iyileşir mi biliyorum ama bunlar hakkında bilgi sahibi olup yönetmeyi öğrenebilir, sorumluluğu bizzat üstüne alıp seçimleriyle bugünlere geldiğinin farkında varabilir. Buna kitabın yazarları da dâhil.
edebiyathaber.net (22 Aralık 2021)