Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Kemik Tozu, Zeynep Delav’ın ilk göz ağrısı “hep kitap” etiketiyle okura sunuldu. Kitapta, yazarın yıllardır damıttığı öyküler yer alıyor. (On bir öykü ve bir novella desek daha doğru aslında.) “İnsan” olmanın türlü türlü hâlleriyle okura göz kırpan öyküler bunlar. Neler yok ki içlerinde: Roman yayımlatmaya çalışan taşralı bir adam, yetiştirme yurdunda büyüyen çocuklar, kocasından şiddet gören kadınlar, geçmişlerinden kaçmak zorunda kalanlar… Kısacası müşkül durumlar, umutlar, hayaller, gelgitler ve daha nice insanlık hâli… Kitapla ilgili yazara sorularımız vardı.
Öykülerinize dergilerden epeydir aşinayız. (Sanki biraz geç kavuştu okur ona.) Peki, “Kemik Tozu”nun ortaya çıkış öyküsünü kısaca alsak sizden… ve adındaki “sır”rı…
Evet, ortalama sekiz yıla varan öyküler toplamı diyebiliriz. Ortaya çıkış öyküsü, temelde empati duygusu. Kısmen şartsız sevgi. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı… Empatinin, saygıyı daha ileri boyutta sevgiyi artırmanın yanı sıra, ahlaki gelişimi de olumlu yönde artırdığını düşünüyorum.
Mesela, Kemik Tozu’nun karakterleri, Serdar ve Fadime uzaktan bakıldığında “siz de neler yapmışsınız böyle kardeşim!?” sorusuna muhatap durumundalar. Oysa, birbirlerine tutunmazlarsa eğreti olan çocukluklarının da toplamı olarak hayatta kalmak istemeyecek olan iki kişiler!
Öykünün ismindeki sır ise, insanı insan yapan ana etken maddenin, olmazsa olmaz olan kemiğin töz hali.
Aldığınız felsefe ve psikoloji eğitiminin “öykü”nüze nasıl bir etkisi/katkısı oldu?
Kurmacada semboller olmazsa olmazlardır. Bu semboller, onu üreten toplumların ruh hallerini net ve her şeyden daha kolay bir şekilde görmemize olanak sağlıyor-mesela, olgusal gerçekliği betimlemek için sembollere ihtiyaç var. Aslında bu görme size anlatmak için bir dil öneriyor.
Aldığım psikoloji eğitimi en çok dilin psişik sınırlarını görmemi sağlıyor…
Felsefe bu anlamda çatı gibi-mesela, bana göre ‘kararsızlık’ en önce felsefe cephesinden bakılması gereken bir duygu. Felsefe, insana dair ne varsa onları yerli yerine koyma, adeta bir konumlandırma biçimi. Onsuz yazı, adeta tanrısız tevekkül etmeye benziyor!
Kitap iki bölümden oluşuyor. “Çok Bin Vuruş” ve “Kemik Tozu”… Öykülerde de farklı biçimsel denemeler ve bölümlemeler dikkati çekiyor. Bu, yazarken size ne gibi kolaylık sağlıyor? Nasıl kurarsınız öykülerinizi? Hayatın kurgusu tam da böyle mi ilerliyor yoksa, bölümlü yani…?
Öykü kurmamın öncesinin, kurmaktan daha sancılı olduğunu söyleyebilirim. Yazmaya başlamadan önce karakterler çok zaman içimde dönüyorlar. Hayatıma katılıp anlam kazanmaya ve konuşmaya başlıyorlar. Bu benim için çokça birbaşınalık demek.
Farklı bölümler, denemeler matematiğe oturttuğum şeyler değil. “Hadi burayı da böyle yazayım.” diye bir manevram yok! Öyle denk geliyor ve öyle yazıyorum. Bu kolaylık mı sağlıyor? Hiç sanmıyorum. Hayatın kurgusu da tam olarak böyle mi? Kim bilir!
“Yazmak denilen şey, boğazı sıkan kazak giymek gibi, gevşetmezsen nefes alamıyorsun. Bayramdır, seyrandır, düğündür, dernektir ne gezer! Yaz babam yaz!” diyor anlatıcı “Çok Bin Vuruş”ta. Sizin için “yazmak” ne ifade ediyor?
Yazmak benim için, sadece gördüğümü ‘anlatmak’ demek. Bir şeyin tarifi veya izahı değil. Ancak bu anlatış kendi içinde bir tavrı tahrip edip yeni bir tavır oluşturma biçimi haline geliyor. Bu da yazının gücü.
Kadınlara, erkeklere, çocuklara; evliliklere, ilişkilere, hastalıklara… kısacası hayata dair hem kadın hem erkek gözüyle anlatılmış öyküler var kitapta. Bir –kadın- yazar olarak o mesafe’yi nasıl koruyorsunuz? (Zor olsa gerek…)
”Benliğe ilişkin bilinç, hakikatin doğum yeridir.” der Hegel. Bu bağlamda, hakikati ben’e ve ötekilere karşı içgörü ve sorgulama yetisiyle arama çabasına giriyorsunuz. Bu çaba, benim için çok kıymetli ve aynı zamanda cinsiyetsiz!
“Ölüyorum Kederimden” öykünüzde “Köklerinden ayrılınca daha fazla tutunma çabası sarıyor ama ne çare! Koptun mu bitiyor. O tutunma denilen şey, kendi kendini, eşyanın da ruhu var diyerek avutmaktan başka bir şey değil.” denmiş. Şüphesiz “tutunma” çok anlamlı (birçok anlamı olan) bir kelime. Nasıl tutunuruz yazarak; ne ile ya da… (Burada merak ettiğim şey, sizin hayat ile hikâye arasındaki o ilişkiyi nasıl kurduğunuz…)
Tutunmak dediğiniz şey, mahrumiyetiyle eş zamanlı bir sancı aslında. Öyküde bir sandalye var ve sandalye olmadan önce de ağacın gövdesinde bir tutunma çabasının içindeydi. Tutunmak, aslında ümit ederek varlık gösterme biçimi. Evet, sancılı ama ne sancısız ki!? Hayat ile hikâye arasında kurduğum ilişki anlatmak -yukarıda belirttiğim gibi- ve anlatmak da bir tutunma biçimi.
“Yaraların da gözleri var. Birbirlerine bakınca tanış çıkıyorlar. Onunla böyle bir tanışıklığımız var.” demiş anlatıcı “Kemik Tozu”nda.
“Yara” dediğimiz şey, illa sağaltılması gereken bir şey midir yazarken? O “yara”nın yaşantımızı dönüştürme ihtimali nasıl “mümkün” olabilir?
Yara oldukça açık ve karmaşıksız bir dil. Hölderlin, “anlamda boşalmış bir im” der dil için. İşte böyle bir oyuktan, yaşanılamayan hayatların tarifi, yaranın nereye denk düştüğünü, neye dönüştüğünü izah edebilirsek yaşama dönüşüyor. Yoksa içine çöküp, çukur haline geliyor!
Yazı ile kurduğunuz o bağ nasıl oluştu? Sonuçları ne oldu?
Anlatmak hissi, kazağın boğazı sıkması gibi sıkmaya başlayınca yazıyla merhabalaştık. Sonucu, şimdilik iyi anlaşıyoruz yazıyla…
Bundan sonrası için yazı ile gerçekleştirmek istediğiniz düşleriniz/ hayalleriniz/ planlarınız…
Plan yapmıyorum diyeyim ancak bu savrukluk olarak anlaşılmasın. Elbette anlatmaya, yazmaya devam etmek istiyorum. Hayalimde yeni kitaplar var…
Günümüzde öykü ile gelecekte öykünün yeri üzerine düşüncelerinizi ve ön görülerinizi de alsak kısaca…
Öykü, kendisi için ‘tür mü, değil mi?’ sorularının cevaplarını çoktan vermiş bir halde içinde durmadan akmaya ve çağıldamaya devam ediyor. Ciddi anlamda disiplin olarak genişliyor. Bu durum hızını arttırarak devam edecek diye düşünüyorum.
edebiyathaber.net (11 Haziran 2018)