Suzan Samancı’nın öykü kitabı Suskunun Gölgesinde, Sel Yayınları’nca yeniden basıldı.
Yazar önceki öykü kitaplarıyla da özellikle Diyarbakır’ın ve Kürt insanının sesi olmuş; yaşanan acıları slogana kaçmadan, sanatın diliyle vermeyi başarmıştı.
Samancı’nın Korkunun Irmağında adlı bir romanı var ve bu adın, romanın içeriğiyle bağdaştığını, korku temasının, ırmağın “uzayıp gitme” imgesiyle örtüştüğünü yazmıştı Necmiye Alpay. Suskunun Gölgesinde için de aynı tespit yapılabilir; öyküler, suskuyu açımlayan susma ve/veya susturulma ile “gölgede olma” halinin gizlenmeye, sinmeye, sindirilmeye açılan imgelerini bir araya getiriyor.
Samancı’nın gerçekçi öyküleri, gerçeğin bakılıp görülmeyende saklı olduğundan hareketle yazılmış olduklarını duyumsatıyor. Yazarın ayrıntıcı bakışı, öykülerin bütününde yoğun olarak kendini hissettiriyor. Söz konusu ayrıntılar; dile gelmemiş ya da gelemeyenin ifadesiyle görünür oluyor Samancı’nın öykülerinde. İşte bu yüzden de yaşanmışlıklardan derlenmiş o ağıt dilini hissediyor okur. Çeşitli sosyo-kültürel ve ekonomik nedenselliklere dayanan ilişki biçimlerini anlatmak için bölge insanına, orada yaşananlara öyle iyi bakmış ki yazar, öykülerin her biri, süregiden savaşın farklı bir yönünü yansıtarak, sonunda sorunun bütününe odaklanmayı sağlıyor. Öyküler, kanayan bir coğrafyadan, insanın insanla, toplumla, devletle arasındaki güç ve iktidar ilişkilerini karmaşık ve yoğun olarak barındıran o yerden ses vermektedirler.
Konu zenginliği, Samancı’nın yazdıklarının temeline toplumu ve sosyal olayları koymayı amaç edindiğinin önemli bir göstergesi. Söz konusu çeşitlilik sağlanırken, anlatımda eşitlikçi ve insancıl dilden ödün verilmemiş. Savaşın hiçbir halka fayda sağlamayacağının ve barış ortamının huzurlu, mutlu günlerine duyulan özlemin en güzel ifadesi şu satırlar:
“Böyle miydi eskiden; çağla yeşiliydi bu nehir. Gökyüzü görünmezdi ağaçlardan. Dengbejlerin sesi yükselirdi karpuz tarlalarından. Ateşler yakılır, bumbarlar pişirilirdi. Mem u Zin’i, Siysbend u xece’yi anlatırdı yaşlılar.” (s.25)
Eşini ve çocuklarını bombalı saldırıda kaybettikten sonra akli dengesini kaybedip parklarda yaşamaya başlayan Errık Adam’dan, doğudaki bir ilçeye askerlik için gelip Sarê’ye sevdasından memleketine dönemeyen Gelibolulu Hasan’a, korucu Hüso’nun tecavüzüne uğradığında hamile kalan ve sonunda erkek kardeşi tarafından “namus” adına öldürülen Rojîn’den, kocası korucularca tehdit edilip öldüresiye dövülen Hîvda Ana’ya varıncaya değin, öykülerin karakterleri capcanlı.
Köylerin basılması, evlerin yakılması, insanların göçe zorlanması, korucular ile yerli halk arasındaki düşmanlık gibi belli başlı olaylar ekseninde yazar, insan ruhuna ve toplum psikolojisine eğilmeyi, yaşananlara içeriden bakabilmeyi başarmış. İnsanın bir başka insanda açtığı yaralardan, tahakküm arzusuyla atılan savaş naralarından bahsediyor öyküler. Korku salma, ezme, sindirme, göçe zorlama gibi sonuçlara yol açacak yöntemler, baskı/n, şiddet, zor, işkence çerçevesinde anlatılıyor. Bu ana olayların etrafında gelişen ve dönenen diğer olaylar ise, ihanet etme, itirafçı olma, ele verme, birbirine düşme, kardeş kavgası, memleket hasreti, sürgün, göç edilen yerde bireysel ve toplumsal uyumsuzluk, aşağılanma, ötekileştirilme, yoksulluğun-yoksunluğun sömürülmesi ve böylece akan korku ırmağı…
“Buradaki evler Diyarbakır’ın evleri gibi tuğladan değildi; uzaktan sarı mermerleri andırıyordu. Her başlangıcın, her yeninin bir acısı olur ya… İlkin o tuhaf yabancılık, yalnızlık duygusu elle tutulur gibiydi. Çift çeneli, tombul yüzlü insanların meraklı ve hafifseyen bakışları altında sıkılıyorduk. Bön yüzlerinde içtenlik arıyorduk. Annem, çevresinde olan biteni kavramak için olağanüstü bir çaba harcarken, içimizde depreşen ezikliğimiz küçük öfkelere dönüşüyordu.” (s.89)
Feodal yapının toprağa dayalı üretim ilişkilerini belirleyen kimliğinin, doğuda kadını ve erkeği biçimlendirişinin yanında, özellikle bölgede kadınların yaşadığı sıkıntılar, okuru içine alan ve odaklayan bir dille anlatılmış. Savaş ekonomisinin belirlediği toplumsal hayat dinamiklerinin zamanla değişip dönüşmesi, bir arada çalışıp üreten ve bölüşen insanların aralarını nasıl açmış, düşmanlık nasıl başlamış, insanların yüreğine öfke, kin, nefret, kaygı ve şüphe tohumları nasıl atılmış… Tüm bunları, onları yaratan şartları düşünerek ve neden-sonuç ilişkilerini duyumsayarak okumak, yazarın tanıklığının içtenliğiyle mümkün oluyor.
“Düşlerimde hep alevler… Meşin eldivenli, kar maskeli adamlar benzin döküyorlar… Annem kızıl kaşbastısını saklıyor. Babam Kur’an’ı defalarca öpüyor. Annemin mavi kadife elbisesi tutuşuyor. Sabah ayazında babam dut ağacında sallanıyor. Nasırlı ayaklarına sarılıyorum. Kardeşim karlı dağlara doğru koşuyor.” (s.103)
Suzan Samancı, iki dilli bir yazar. Anadili Kürtçe olmasına rağmen neden Türkçe yazdığı sorulduğunda bu soruya Kürtçenin edebi ve entelektüel birikime yeterince sahip olmadığını söyleyerek cevap vermiş. “Kürtçem halk dili yeterliliğinde.” demiş ve eklemiş: “Azınlığın majör bir dilde yaptığı minör edebiyat çemberindeyiz.” Necmiye Alpay ise konuyla ilgili olarak şu yorumda bulunuyor: “Suzan Samancı ülkemizde korkarım henüz hiç incelenmemiş olan iki dilliliğin o artırıcı, büyük verimlerinden biri; yazarlıkları birbirine hiç benzemese de, Yaşar Kemal ve daha niceleri gibi.” Yazar belki ileride sadece anadilinde yazacak ama ötekinin gözüyle görüp sözüyle ifade etmenin, onu öteki olmaktan çıkararak bizden kılacağını biliyor. Suskunun Gölgesinde her açıdan bunun ispatı gibi duruyor.
Zeynep Sönmez – edebiyathaber.net (19 Mayıs 2012)