Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, Kıyıdakiler ve Kök filmlerinin senaristi olarak tanıdığımız Ceyda Aşar’ın ilk romanı “Fena Şeyler, Mutlu Sonlar” geçtiğimiz ay Karakarga Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Zeynep ve Berna adlı iki kız kardeşin yolculuğu romanın merkez izleğini oluşturuyor; bellek yükleri, geçmişe dair hesaplaşma, toplum, aile ve kardeşliğe dair meseleler ise yan izlekleri. 80’lere dair nesneler, eşyalar, haberler, filmler, diziler aracılığıyla okur olarak bizler de bu yolculuğa dahil oluyoruz. Romanın merkez karakteri Zeynep, birinci tekil kişi anlatıcı olarak olup bitenin içinde; şimdi ve geçmiş arasında gidip geliyor. Sesi de bu gidiş gelişlere uygun olarak değişiyor, yer yer iç konuşmaları devreye giriyor; yaşıyor, konuşuyor, hatırlıyor, rüya görüyor, yeri geldiğinde geçmişle hesaplaşıyor.
“Güneyde bir sahil kasabası olan Fidanlı, bir hikâye avcısıydı. Bizden beklediği de buydu. Herkesin kötülüğünü ifşa ediyor, gölgeleriyle yüzleştiriyor, çarpıştırıyor, melek yüzlü âdemoğlundan cani mahlukat yaratıyordu. Burada herkes kusurluydu, az biraz tuhaftı ve kötülüklerle doluydu. Hayatımız boyunca bu yolculuğa hazırlanmıştık, zamanın dışındaydık artık. Hafızanın bulanık ve berrak sularındaydık. Hiç acelemiz de yoktu. Bu kasabada, üç gün içinde, ömrümüz boyunca ve bir anda olacaktı her şey. Fena şeyler, çok fena şeyler…”
Soğuk bir kasım ayının Ankara’sı. Anlatıcı genç kadın, çevirmen Zeynep’in çocukluğunun karabasanı Uzun Gölge -yüzü olmayan at- geri döner. Fena şeyler olacağını fısıldar. Geçmişin sanrıları arasında telefon uzun uzun çalar, Zeynep sonunda uyanıp ışığı açar. Bir taraftan da Uzun Gölge’nin yıllar sonra tekrar ortaya çıkışının nedenini çözmeye çalışır. Geçmişe döner. Ablasıyla birlikte telefonda rastgele numaralar çevirerek, taklitler yaparlar. Apartmandaki tek telefon onlarda olduğundan komşular yakınlarıyla haberleşir. Evde tam bir curcuna hali hüküm sürer, bu durum anlatıma da yansır. Telefon yeniden çalmaya başlar, arayan ablası tiyatro oyuncusu Berna’dır. İki kız kardeşin uzun suskunlukları, karşılıklı suçlamaları, geçmişi didik didik eşelemeleri bitmek bilmez. Anne erkenden ölür, baba ise hiçbir açıklama yapmadan evi terk eder. Kardeşler arasında lisede başlayan kopuş üniversitede sürer. Zeynep yalnızdır hep. Ablası Berna yazları bile Ankara’ya gelmez, arkadaşlarıyla tatile gider, bazılarının ailelerinin yazlıklarında kalır, sevgilileri vardır; oyun provaları, dizi çekimleri derken yoğundur hep. Bin bir zorlukla İstanbul’a gelen Zeynep’e Ankara’daki evi satmayı önerdiğinde tartışma çıkar, o gün bugündür görüşmezler. Kavgalarının üzerinden iki ay on üç gün geçmiştir. Yıllardır Ankara’dan, hatta kokuşmuş evinden adımını dışarı atmamış, evde çeviri yaparak üç beş kuruş kazanan, tatile gitmeyen, anlatacak ilginç anıları, hobileri ve tutkuları olmayan, eğlenmeyi bilmeyen, sevgilisiz, iyice yabanileşmiş, baş belası kardeş Zeynep; bu kez iğneleyici ve kibirli konuşmayan ablasından bir açıklama, özür bekler. “ Hayır, çocukluk evimizde çürümüş eşyayla oturan, İstanbul şatafatına burun çevirip sıkıcı Ankara’ya saplanıp kalmış, spor yapmayan, yaşından büyük gösteren, kıt kanaat geçinen, asosyal, şişman, mutsuz ve telefonları açmayan tuhaf kardeşin değilim,” der. Güveni yerlerde sürünen, kendiyle barışık olmayan, özetle kendini sevmeyen bir karakterdir o. Sürekli evde yaşamaktan, yaşanmışlık yüklü atamadığı nesne ve eşyalar nedeniyle algıları değişmeye başlamıştır. Zamanın geçişi eşyaları ve bedenleri değiştirmektedir. Ablası tatile gideceklerini söyler. Biletleri almıştır. Antalya havaalanından üç saatlik bir yolculukla Fidanlı’ya ulaşacaklar, iki gün kalıp döneceklerdir. 80’lerde donup kalmış, pek kimsenin bilmediği küçük bir sahil kasabasıdır orası. Zeynep önce nazlanır. Konuşmasını kurgular, geçmişe gider. İçinde bulunduğu orta yaş krizinden çıkış için bir ışık olabilir mi bu tatil? Berna sevgilisinden ayrılmış, en yakın dostunun babası kanser olmuş, oyunda yan role seçilmiştir. Krizdedir belli ki o da. Zeyno kendini ikinci seçenek olarak düşünür, karşılaştırmalar yapar. Ailecek gittikleri, babasının boğulmak üzereyken kendisini kurtardığı o ilk tatili hatırlar, mutlu bir aile oldukları tek tatildir o belki de ancak ablasının hatırladıkları bambaşkadır. Zeynep sonunda dayanamaz, evden, eşyalardan, anılardan kopmak zordur: “… boş parfüm şişeleri, eprimiş mayolar, kırık siyah şemsiyeler, apartman topuklu ayakkabı, lambalı radyo, yırtık aile fotoğrafı, mürekkebi akmış karne, kırık pergel takımı, renkli el işi kağıdı, çatlak likör bardağı, kararmış gümüş şekerlik…” Fidanlı’ya yolculuk başlar. Geçmiş, şimdi ve geleceği buluşturan kasaba tuhaftır. Üç gün kaldıkları bu kendine özel, tekinsiz yerde kız kardeşler olarak geçmişi sorgularlar. Aynı mekân, zaman ve dönemde yaşasalar da yaş farkından, gerçeğin göreceliliğinden dolayı ortak geçmişlerini farklı biçimlerde anımsarlar.
“Hafızayı ‘Fena Şeyler, Mutlu Sonlar’ın ana teması olarak seçiyor Aşar ve bunu yaparak, hatırlamanın hem iyi hem de kötü tarafını görmemizi sağlıyor ve bazen hatırlamanın, ceza yerine geçebileceğini fark ettiriyor. Aslında unutmanın ne kadar kolay olduğunu, bir toplum olarak unutmayı ne kadar kolay seçtiğimizi ve neden unutmayı seçtiğimizi, bize iki kız kardeşin çocukluğu üzerinden anlatıyor. Kendi hafızamızla yüzleştiriyor bizi bir bakıma. Anlattığı iki kız kardeşin bireysel görünen travmalarının, toplumu avucunun içine almış nice travmadan farksız olduğunu, ancak birlikte hatırlar, birlikte yüzleşir, kaçmadan, korkmadan, omuz omuza durursak hayaletlerin, kız çocuklarının hayatlarını elinden alan adamların cezalarını kesebileceğimizi anımsatıyor,” diyor Sinem Dönmez Hürriyet Kitap Sanat’ta yayımlanan nitelikli tanıtım yazısında.
İki kız kardeşin belleklerine dair sinematografik anlatımın ön planda olduğu nitelikli bir ilk roman okumak isteyen okurlar için “Fena Şeyler, Mutlu Sonlar” iyi bir seçim olabilir.
edebiyathaber.net (5 Eylül 2022)