Maalesef Filistin’de Gazze’de yürekleri dağlayan günler yaşadığımız bir sürece denk geldi bu eseri okumam. Osmanlı’nın güçlü olduğu ilk dönemler dışında kan, vahşet ve zulmün eksik olmadığı bir coğrafya Orta Doğu. Ekonomik, siyasi, ideolojik ve dini birçok sebeple başta majör devletlerin çomak sokmaktan vazgeçmediği, tabir-i câizse kandan beslenen bir coğrafya burası. Azalmak şöyle dursun önüne çıkan her canlıyı yutan bir canavar gibi her geçen gün yeni ülkeleri içine alma potansiyeli olan bir kaosa dönüşmekte bu hezeyan.
Falih Rıfkı Atay’ın bu kitabı kaleme aldığı dönem ise Osmanlı’nın artık can çekiştiği, İtilaf devletleri tarafından paylaşılma hevesiyle her bir toprağının işgal altında olduğu sürece denk gelmektedir. Şam, Hicaz, Filistin ve Kanal cephesinde umutsuz bir savunma hattında IV. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın yanında görev yapan Falih Rıfkı, gözlemlerini günümüze çok acı sahneler yansıtarak sunmaktadır. Birçok açıdan yerel halk ve aşiret reisleri tarafından sahipsiz bırakılan Türk komutan ve askerlerinin can siperane savunmasını sorgula(t)maktadır.
Henüz Misak-ı Milli sınırlarını savunmayı hedefleyen Kurtuluş Savaşı’nın başlamadığı, 1914-1918 yıllarındaki Anadolu coğrafyası dışında Osmanlı Yönetimi’nde yer alan toprakların savunulması dönemini anlatıyor Falih Rıfkı. İttihat ve Terakki yönetimindeki Enver, Cemal ve Talat Paşaların, Almanya’nın yönlendirmesi ve desteğiyle savunmaktan daha ziyade yeni cepheler açıp, İtilaf Devletlerinin kuvvetini dağıtmayı hedeflediği mütarekeler söz konusu olan. Ancak, malumun ilanı, bu savunma mücadeleleri ölümü bekleyen Hasta Adam’ın huzurlu geçmesi beklenen son dönemini daha ızdıraplı hâle getiriyor. Kitabın sonuna doğru Atay, Cemal Paşa’nın ağzından, eğer şimdiki aklı olsaydı, Orta Doğu’da vakit kaybetmektense Anadolu’da kurtuluş mücadelesinde görev almayı yeğleyeceğini aktarmaktadır.
Biraz daha kitabın satır aralarına girecek olursak, temelde Suriye, Filistin, Irak, Hicaz ve Yemen cepheleri savunmalarında Türk komutanların ve askerlerin görünür düşman İngilizler ve daha tehlikeli olan görünür müttefik ama görünmez menfaatperest Arap aşiretleri arasında, sahipsiz, bir başına kalmıştır. Falih Rıfkı’nın deyişiyle dini, ticari, sosyal ve ideolojik bütün kurumların yönetimi Araplar, Yahudiler, Fransızlar ve İngilizler arasında pay edilmişken, söz konusu toprakların yönetimi kendisinde olan Osmanlı’ya sadece o bölgenin jandarmalığını yapmak kalmıştır. İronik bir şekilde o jandarmalığın esvabı da yani idaresi de Almanlara aittir. Osmanlı Türk askeriyle İngiliz arasındaki savaşta ne o topraklarda yaşayan Arap aşiretlerden ne de İngilizlerden ölen olmuştur. Malum sömürgeci İngiliz devleti Hintlileri, Pakistanlıları ve Avusturyalıları savaştırdığından tek bir İngiliz askeri ölmemiştir. Araplar da iş sıkıya gelince topraklarını savunmak yerine uygun şartlarda (!) anlaşmayı seçtiğinden mütareke meydanından sıvışmışlardır. İstisnalar kaideyi bozmaz tabii ki.
Bu kitabı okumadan önce Çöl Kaplanı lakaplı Medine Valisi Fahrettin Paşa’yı bilirdim can siperane birçok şehit vererek Kutsal Toprakları şanlı askerleriyle birlikte savunmuş ve Gazi unvanını almıştı. Falih Rıfkı da Mülazım Osman Bey’den bahsetmektedir. Ordu’nun gönderdiği top ve tüfekle bin kişilik aşiret üyesiyle birlikte taarruza geçen Osman Bey, 30 kişilik düşman kuvveti karşısında son anda tek başına bırakılınca kaçmak yerine kanının son damlasına kadar savaşmış ve vahşice şehit edilmiştir.
20. yüzyılın başında İngiliz altını ile Osmanlı altını arasında mekik dokuyan Arabistan yarımadası ahalisinin hal-i pûrmelalini tasvir eden bu kesiti Falih Rıfkı Atay’ın kaleminden takip edelim; Atay, Arabistan’ın Hail bölgesi Emirine, telkini altında olduğu Reşit Paşa’dan gelen mesajı paylaşıyor;
“Hükümet bana yeniden para verdi. Fakat bu sefer sizi mutlaka hareket ettirmek istiyor. Ben oraya gelmeden siz kendinize zekat vermediğini ileri sürerek bir kabilenin üstüne yürüyünüz. Ben sizi seferde bulmuş olayım. Eğer hükümet bana dediği gibi Mekke üzerine gidip de şehre girecek olursa, biz de hemen arkasından yetişiriz. Eğer hareket etmezse, ne yapalım, henüz seferdeyiz derim.”
Falih Rıfkı Atay, devam ediyor “Biz Emire top da yollamıştık. Kumandanı İkinci Mülazım Osman Bey’di. Aşiret, Meyadin’e doğru yürüyüş gösterdiği zaman bir vadide ateşe uğradı. Bizimkiler 1000, karşı taraf 30 kişi kadardı. Daha birkaç kişi yaralanınca hepsi kaçmaya başladılar.
Osman Bey’e de:
– Topunu bırak, gel! diyorlardı.
– O benim namusumdur bırakamam. Ne diye kaçıyorsunuz? diyordu.
Boş yere bağırdı, çağırdı. Karşı taraf üstüne üşüşüp kurşun ve cenbiye ile Türk çocuğunu parçaladılar.
Silahlar, toplar, altınlar, develer ve erzak, hepsini, hepsini verdik. Ve bütün seferden bize yine ve yalnız bir Türk çocuğunun isimsiz, nişansız, mezarından başka bir şey kalmadı.
Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman, 333 senesi Haziran’ın üçüncü günü ölüp gitmiştir.” (Atay, Zeytindağı; s. 103-104)
Malum bu günlerde Gazze’de İsrail zulmünü başta güçlü devletler olmak üzere bütün dünya cılız protestolar, sınırlı yardımlar ve geçici boykotlar haricinde izlemekle yetinmektedir. Global platformda güçlü olan Yahudi hegemonyasından korkmadan cesaret gösteren Kolombiya gibi özgürlükçü ülke ve grupları saymazsak bütün dünya üç maymunu oynuyor. Hadi diyelim insaniyetleri körelmiş, din, dil, coğrafya ve kültür olarak hiçbir bağı olmayan ülkeleri bir nebze anlamak mümkün olabilir (Kolombiya nüansı hariç) ama aynı dinden, aynı kültür ve coğrafyadan olan Arap devletlerinin (halklarının demiyorum) bu vurdum duymazlığı, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığı bize tarih tekerrürden ibarettir dedirtmiyor mu? Hadi hümanistik bakış açısını geçtim. Bu yükselen zulüm ve şiddet ateşi bulunduğu yerde kalacak mı, genişleyerek bütün coğrafyayı içine alarak yutacak mı? Gelelim bize. Malum göçmen politikasıyla ve mevcut demografik dönüşümlerle biz de bu cehennemin içine çekilmeyecek miyiz?
“Kudüs’ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka milletlerin idi. Gür sakalları baharat kokan Dürziler, saçları örgülü Yahudiler, elleri meşinleşmiş Urban ve entarili Araplar, hepsi Türk ordusu, Kanal’a doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış:
– Geç yiğidim, geç ! diyordu.
Bir avuç Türk bütün kıtayı tuttu. Koskoca çölü yapı ve bahçelerle donattık. Ancak geç kalmıştık. Artık ve Suriye, ne de Filistin bizim idi.” (Atay, Zeytindağı; s. 43)
Zeytindağı, okuyucusuna açık bir şekilde gösteriyor ki; Osmanlı’nın idaresi altındaki 72 milletin insanlarını ve kaynaklarını sömürmeden sürdürdüğü yönetim şekli güçlü olduğu dönemlerde ne kadar takdire ve insan haklarına şâyan idiyse de; gücünü yitirdiği son demlerde bir o kadar yedi düvelin elinde yap boz tahtasına dönmüş olması ortadadır. İmparatorlukların bir bir tarihin tozlu sayfalarına karışıp, ulus devletlerin mantar gibi ortaya çıkmaya başladığı 20. yüzyılın ilk bölümünde, artık esamemizin okunmadığı topraklardan el çekmek ve ana vatanın Misak-ı Milli sınırları çerçevesinde savunulması ve Türk milletinin huzurlu ve insani şartlar altında özgürce yaşayabileceği vatan sathının oluşturulması zaruri olmuştur.
Bunun yanında günümüzün en popüler siyasi tartışma konusuna dönecek olursak; cevaplanması gereken soru şu: Türkiye’nin gerek Filistin’de gerek de dünyanın diğer bölgelerindeki ister Türk olsun, ister Müslüman olsun isterse de bunlardan hiçbiri olmasın; mazlumlara, zulüm altında olanlara karşı desteği ne şekilde olmalıdır? Vatan millet Sakarya politik gazına gelip bir şeyler yapamayacağımız ortadayken, reel siyasi çabalarımızın sonuç verme potansiyelinin hangi parametrelere bağlı olduğunu bilemeyecek kadar global siyasal konjonktürden bi haber olabilir miyiz? Günümüz dünya düzeninde ekonomik bağımsızlığını sağlayamamış bir ülkenin politik düzlemde söz sahibi olabilmesi mümkün mü? Geçmişle avunup, günümüz politik ve ekonomik tercihlerinin geleceğe bakan sonuçlarını kısa, orta ve uzun vadede değerlendirmeden devler sofrasında bırakın söz sahibi olmayı, sofrada yer alabilmemiz söz konusu mu?
Bu ve bunun gibi birçok soruyu bana sorduran Falih Rıfkı’nın Zeytindağı eserindeki çok değerli gözlemleri ve analizleri oldu. Bu gözlem ve analizlerden gerekli dersleri çıkarabilecek miyiz yoksa tarihin tekerrürden ibaret olduğu tesellisiyle başımızı önümüze eğip ecdadımızın başarılarıyla birbirimizin gönlünü hoş tutmaya devam mı edeceğiz? Cumhuriyetimizin 100. yılını kutladığımız şu günlerde hepimizin şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gereken realite bu. Gönül 2. yüzyıla girerken daha pozitif olmayı ümit ediyor ama bunun için Mustafa Kemal Atatürk’ün temelini attığı Cumhuriyet değerlerini bir kez daha gözden geçirmek gerekiyor sanırım. O vakit aynaya bakıp sorma zamanı geldi: Bunu gerçekten istiyor muyuz?
edebiyathaber.net (29 Ekim 2023)